16 Ocak 2023 Pazartesi

Anlamsızlık Krizi ile Baş Edilebilir Mi?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Anlamsızlık krizi ile baş edilebilir mi ya da birey için tehdit edici etkisi azaltılabilir mi? Günümüz psikoloji dünyasında ağırlık kazanan görüş anlam krizi ile baş edilebileceği yönündedir. Eagleton de Karl Marx’ın insanlığın “Yalnızca çözebileceği sorunları ortaya koyabileceğine” gönderme yaparak sorunu ortaya koyabilecek aygıtımız olmasının ona bir yanıt verebilecek aygıtımız da olabileceği anlamına geldiğini ifade etmiştir.

Wong’a göre anlam arayışı yalnızca bireyin ne düşündüğüne ya da ne yaptığına değil aynı zamanda onun kim olduğuna da dayanmaktadır. Das ise insanların kimi yaşantılarını anlamlı bulurken kimi yaşantılarını da anlamsız ve saçma bulduklarına dikkat çekmektedir. Benzer şekilde kimi insanların bütün yaşamlarını anlamlı bir şekilde yaşadıklarını kimilerinin ise yaşamlarını amaçsız ve boş olarak değerlendirdikleri gözlenebilir. Das bu farklılıklara ilişkin şu soruları sormaktadır: Bir yaşantıyı anlamlı ya da anlamsız yapan nedir ve bütün yaşama anlam veren şey nedir? Bu konuda farklı görüşler vardır. En genel anlamda insanlar için yaşamın anlamı “dünyevi ve kozmik anlam” olarak iki başlık altında incelenebilir:

Dünyevi anlam (benim hayatımın anlamı), amacı kucaklar. Anlam hissine sahip olan kişi hayatı bir amaca veya yerine getirilecek bir işleve, insanın kendini verebileceği, bir hedef ya da hedeflere sahip olarak yaşar. Kozmik anlam ise kişinin çok üstünde ve ondan üstün olarak var olan bir düzene ilişkin anlamı ifade etmektedir. Dünyevi anlamın tamamen din dışı dayanakları olabilir ancak kozmik anlam hissine sahip olan birey genellikle dünyevi anlam hissini yaşar. İnsanın dünyevi anlamı, kozmik anlamla uyumlu ve bu anlamı gerçekleştirmeyi içerir.

Yaşamın gerçek anlamı Adler’e göre “Başkaları için bir şey yapmanın altında gizlidir”. Varoluşçu felsefenin kurucusu sayılan Kierkegaard ise bir yaratana ve bu hayattan sonraki hayata inancın, insanı bu dünyadaki temel bunalımından kurtaracağını söyler. Kısacası anlamın aşkınsal bir inançta yani Tanrı inancında bulunabileceğini söyler.

Sartre yaşamın anlamının icat edilmesi gerektiğini, Frankl ise keşfedilmesi gereken bir şey olduğunu ifade etmektedir. Anlamın dışarıda bir yerde olduğunu ve kişinin onu keşfettiğine inanmak çok daha rahatlatıcıdır. Bu yüzdendir ki insanların büyük çoğunluğu dinsel anlam kaynaklarına yönelmektedirler. Dinsel anlam kaynakları hazır anlamlar sunmakta ve bireyi anlamsızlık tehdidinden korumaktadırlar.  Ayrıca özgecilik, bir nedene adanmak gibi dinsel olmayan anlam kaynaklarının da bireyleri anlamsızlık tehdidinden koruduğu ifade edilmektedir. Dinsel ya da dinsel olmayan anlam kaynakları Nagel tarafından şöyle açıklanmaktadır:

Yaşam bir bütün olarak anlamsızsa bile bunda üzülecek bir şey yoktur. Muhtemelen onu olduğu gibi kabul edebilir ve yaşamımızı önceden olduğu gibi aynı şekilde sürdürebiliriz. Yaşamınızın daha büyük bir anlamı olabilmesinin çeşitli yolları vardır. Belki dünyayı gelecek nesillerin yararını gözeterek daha iyiye doğru değiştirecek olan politik ya da sosyal bir hareketin bir parçası olabilirsiniz. Ya da belki de kendi çocuklarınıza ve onların çocuklarına iyi bir yaşam sunarak yardım edebilirsiniz. Yahut yaşamınızın dinsel açıdan bir anlamı bulunduğu ve o nedenle de dünya üzerindeki zamanınızın sadece tanrı ile doğrudan görüşeceğiniz ebedi bir hayata hazırlık olduğu düşünülebilir.

Varoluşçu bir kuram olan Logoterapi’nin kurucusu Frankl için yaşama anlam katabilmek, sevilen insanlara ilişkin sıkı sıkıya korunan imajlar, din, mizah duygusu, doğa, sanat, gelecek beklentisi, hedef, hayattan beklenti, bir iz bırakmak, iyilik, güzellik, doğruluk, doğayı ve kültürü yaşamak gibi durumlarla ilişkilidir. Tüm bunları da yaşamda anlamın temel özelikleri olarak üç kategoride toplamıştır. Bunlar:

  1. Eser yaratmak ya da iş yapmak (başarı). Bu eylemde başkasının hayatına katkıda bulunma daha çok öne çıkmaktadır.
  2. Deneyim yaşamak ya da bir insanla etkileşmek (sevgi). Başka bir deyişle sadece işte değil sevgide de anlam bulmaktır.
  3. Kaçınılmaz acıyı çekmek ve değişmez ölüme karşı bir tutum sergilemek. Buradan hareketle değiştiremeyeceği bir kaderle yüz yüze gelen umutsuz bir durumun çaresiz kurbanının bile kendini aşabileceği ve böylece kendini değiştirebileceği söylenebilir. Bunun yolu acıdan kaçmamak, onunla yüzleşmek ve ondan utanmamaktır. Frankl’ın aktardığına göre Nietzche şöyle demiştir: “Yaşamak için bir nedeni olan bir kişi hemen hemen her nasıla dayanır.”

Değiştirilemez bir kaderle karşı karşıya kalınan umutsuz durumlarda bile bir anlam bulunabilir. Bu nedenle acı çekmek her zaman patolojik bir semptom olarak değerlendirilmemelidir. Eğer acı bir varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa insanca bir başarı da olabilir. Bu görüş Elizabeth Kübler-Ross’un insanın erdeminin bir anda oluşmayacağı, yenilgi, acı, çile, mücadele ve kaybetmeyi tanımış insanların hayatı duyumsayan, olumlayan, anlayışla karşılayan niteliklerinin onlara sevgi, merhamet ve nezaket kazandıracağı görüşüyle benzerdir.

Sungur’a göre “Acı onu araştıran ve anlayan herkes için muhteşem bir bilgidir. Acı yaşama ve yaşadıklarımıza verdiğimiz değeri gösterir”. Frankl ise “acı çeken, acı çekmeyi bilen ve acılarını bile bir insan başarısına dönüştürmeyi bilen insanı ‘homo patiens’ olarak” adlandırır. Bu insan çaresi durumlarda acımasız kaderler karşı karşıya kaldığında bile yaşamda bir anlam bulabilir ve ”Trajedilerini bir zafere dönüştürebilir”.

Sonuç olarak yaşamda anlama ilişkin incelenen açıklamalar yaşamda anlamla ilgili birbirine yakın bakış açılarını içermektedir. Bu çerçevede, özetle insan özünü ve anlamını yaratan tek canlıdır. Bu sebepten herkes için genel geçer bir yaşam anlamından söz edilemez. Dolayısıyla yaşamda anlam bireyin kendisi tarafından oluşturulur. Yaşamın genel olarak bir anlamının olmaması bireyin yaşamını etkili şekilde yaşayamayacağı anlamına gelmemektedir. Bireyler, dinsel ya da dinsel olmayan pek çok eylem ya da inanış yolu ile yaşamlarını anlamlı hissetmeye çalışmaktadır. Bireylerin yaşamlarını anlamsız bulması ise ruh sağlığını çoğu zaman tehdit eder niteliktedir.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Hayatın Anlamını Aramak Sağlıklı Mıdır?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


İnsanlar sürekli olarak yaşamlarında bir anlam ararlar. Ancak yaşamda anlam arayışının sağlıklı mı sağlıksız mı olduğu yönünde bir tartışma da sürmektedir. Steger, Kashdan, Sullivan ve Lorentz’in aktardığına göre insanların yaşamda anlam arayışını üç farklı bakış açısına göre ele alırlar. Pozitif bakış açısına göre, anlam arayışı, insanları yeni fırsatlar ve kazançlar bulması yönünde insanı iten, yaşantılarını anlama ve organize etme arzularını arttıran doğal bir özelliktir. Negatif bakış açısına göre ise anlam arayışı ihtiyaçlarının karşılanması engellenen bireyler arasında yaygındır. Üçüncü bir bakış açısına göre ise yaşamda anlam arayışının hem sağlıklı hem de sağlıksız yönleri vardır. Örneğin Freud’a göre insan hayatının anlamını sorgulamaya başladığı andan itibaren. Diğer taraftan Eagleton’a göre ise varoluşun anlamını geniş kapsamlı biçimde sorgulama çabası durumunda işlerin sarpa sarması ve çıkmazlara girilmesi muhtemeldir. Frankl ise tam tersini savunur çünkü anlam arayışı insanın ayırt edici bir özelliği olduğunu, nevrotik oluşa işaret etmediğini ve iyileştirici bir etkisi olduğunu vurgular.

Yaşamın anlamından söz edildiğinde bütün bir yaşamın mı yoksa parçaların mı anlamından söz edildiğinin de üstünde durmak gerekmektedir. Yaşamın çeşitli parçalarının anlamlı olmasından yaşamın bütünün de anlamlı olduğu sonucuna varılamaz. Ayrıca yaşamın anlamının bir yanıtının olması, ancak bu yanıtın ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek olmamız da mümkündür. Diğer bir ifade ile yaşamın anlamını bilmemek belki de yaşamın anlamının bir parçasıdır. Tolstoy da anlamın ne olduğu sorusunun, ‘bir yanıtın olmadığı’ şeklinde cevaplanabileceğini belirtmiştir. Başka bir görüşe göre ise yaşamın anlamı olmadığı için bir anlam arama çabası söz konusudur. Yaşamın anlamının, önceden var olmadığı daha ziyade inşa edildiği yönündeki düşünce de her bir insanın bunu farklı yollarla yapabileceği görüşüne dayanır. Dolayısıyla, yaşamın anlamı her insanın kişisel bir çabasına dayanan bir girişimdir.

Yaşamı anlamsızlık duyguları ile sarılmış bireylerin genel özellikleri konusunda farklı görüşler söz konusudur. “Anlamsızlık olarak ifade edilen durum anlamlılıktan yoksun olmaktır. Anlamlılıktan yoksun olan insan ise hedef, öz, amaç, nitelik, değer ve doğrultudan yoksun, bunalımlı ve aynı zamanda psikotiktir”. Anlamsızlık içinde yaşayan bireylerin “Tamlığı engellenmiştir ve bu nedenle anlamsızlık hastalığa eşdeğerdir”. Hayatta anlam yokluğu nevrozların başlangıcında önemli bir rol oynamaktadır. Einstein yaşamını anlamsız gören kişinin hem mutsuz hem de yaşamaya uygun olmadığını ifade ederek anlam ve yaşam arasındaki kuvvetli ilişkiye işaret etmiştir. Kendi yaşamının ve diğer benzer canlıların yaşamının anlamsız olduğunu düşünen insan; sadece talihsiz olmakla kalmayıp, yaşam için de neredeyse yetersizdir. Diğer taraftan insanın anlamın şifresinin çözdüğüne inandığında bir egemenlik duygusu yaşar. Elde edilen anlam şeması kişinin zayıflığına, çaresizliğine ve gereksizliğine işaret etse bile, bu şema anlamsızlık durumundan bile daha rahatlatıcıdır. Dolayısıyla anlamın iyisi kötüsü olmaz. İnsan anlam arar ve anlamsızlık onu rahatsız eder. Bunun yanı sıra depresyon ve intiharların en önemli nedenlerinden biri anlamsızlıktır. Yine de her depresyon olayı anlamsızlığa bağlanamaz ya da her intihar varoluşsal boşluktan kaynaklanmaz, ancak birey uğruna yaşamaya değecek bir şey bulabilirse kendi yaşamını sonlandırma dürtüsünün üstesinden gelebilir. Camus’a göre de intihar edenler her zaman yaşamın anlamından kuşku duydukları için intihar etmiş değillerdir.

Maddi varoluşsal hastalık olarak adlandırdığı anlamsızlığın üç biçimde yaşanabileceğini ileri sürmektedir. Şiddeti ve ciddiyeti azalan sırayla belirtmek gerekirse anlamsızlığın bu üç formu: bitkisellik, nihilizm ve maceracılıktır. Bitkisellik durumu yapılan ya da yapılması hayal edilen herhangi bir eylemin yapılmaya değer ya da ilgiye değer olduğuna inanmaktaki güçlük, duygusuzluk (apati), can sıkıntısı, amaçsızlık gibi özellikleri kapsar ve tükenmişlik, depresyon ve basit şizofreni gibi hastalıklara sebep olabilir. İkinci olarak nihilizm formu alaycı fikirler eşliğinde hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, anlamlı görünen hiçbir şeyin aslında anlama sahip olmadığını şeklinde belirgin olup öfke, iğrenme ve bıkkınlık duyguları içerir. Nihilizm sendromu paranoid, obsesif kompulsif ve saldırganlık ifadeleri ile benzerlik gösterir. Son olarak maceracılık durumunda ise yaşamın anlamsız olduğuna inanılması söz konusudur. Kişi, doyum yaşamak ve canlı olduğunu hissetmek için büyük riskler alabilir ve sapmalar gösterebilir. Maceracılık durumunun duygudurum bozuklukları ilişkili olduğu ileri sürülür.

Camus, anlamsızlık ya da saçma olarak adlandırılan durumun içerisinde yaşayan roman kahramanı Mersault’yu Yabancı adlı romanında anlatmıştır. Roman Mersault’un yaşadığı anlamsızlık ve yabancılaşma duygularını tasvir etmektedir. Mersault’un göze çarpan en önemli özelliklerinden biri bir şeyin öyle ya da böyle sonuçlanmasının kendisi için fark etmediğini sık sık ifade etmesidir. Tıpkı Yabancı adlı romanda olduğu gibi Geçtan’a göre de isteklerini ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk insanların kendilerini güçsüz hissetmelerine neden olmaktadır. Bunun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmazlar ve boşluğa düşerler. Birçok insan ise karşı cins ilişkilerinde ya da evliliklerinde bu vakumun giderilmesini ummaktadır. Bulamadığında da birlikte olduğu kişiyi suçlamakta, ona yönelik bir öfke yaşamakta ya da bunalıma girebilmektedir.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Yaşamın Anlamı Var Mı?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Yalom anlam ve amacın farklı çağrışımları olduğunu ifade etmektedir. ‘Anlam’ mana ya da tutarlılığa göndermede bulunur. Anlam arayışı bir ‘tutarlılık’ arayışıdır. Amaç ise hedef ve işleve göndermede bulunur. Bu farklılığa rağmen sıradan kullanımla birlikte hayatın anlamı ve amacı birbirlerinin yerine kullanılabilir ve Yalom da bu iki sözcüğü eşanlamlı kullanma yolunu tercih etmiştir.

Yaşamın anlamı ve yaşamda anlam sorunu, pek çok filozof ve düşünürün üzerinde durduğu ve açıklamaya çalıştığı “görkemli, düşünsel ve ahlaki bir konu”, “onunla baş edemeyeceğimiz kadar dehşet verici”, “ilk bakışta her birimizle derinden ilişkili olan psikolojik bir kavram” ve aynı zamanda “genel olarak üzerinde durulmayan, cevap verilmesi zor bir sorudur”.

Frankl’a göre yaşam görünürde anlamsız olduğu için umutsuzluk içinde olan insanlar vardır. Sartre’a göre ise yaşam gerçekten anlamsızdır. Her şeyin bir anda saçmalaşabileceği tehdidi ise bir varoluşsal kaygı kaynağıdır. Çünkü “İnsanın içine doğmuş bulunduğu ya da inşa ettiği değerler bir anda insanın elinin altından civa gibi kayabilir. O halde yaşadıklarımın ne anlamı var?” sorusu insanın kapısını çalabilir. Camus ise yaşamda anlam sorusunun en önemli sorun olduğunu söylerken anlam ve anlamsızlığın ilişkisini şöyle açıklar:

...yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkili bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece de ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum.

‘Yaşamın anlamı nedir?’ sorusu Yalom’un aktardığına göre ünlü Rus yazar Leo Tolstoy’u da rahatsız eden bir sorudur. Tolstoy bu durumu “hayat tutulması” olarak ifade ederek, yaptığı her şeyi, dolayısıyla yaşamın anlamını sorgulamıştır. Baldwin ve Wesley’in aktardığına göre de Tolstoy şu soruyu sormaktadır: “Yaşamımda, beni bekleyen ölümün yok edemeyeceği bir anlam var mı?”. Teber’e göre de psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud dahi “varoluşsal korkuları ve saçmalığı kendi teninde ve tininde yaşamıştır”. Camus’a göre de tek ciddi felsefi sorun yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığıdır. Yaşamın anlamı sorusunun bütün sorular içinde en acılı soru olduğunu belirten Camus, yaşamın usa aykırı olduğunu belirtir ve bu durumun da ‘uyumsuzluk’ olduğunu vurgular. Uyumsuzluğun çözümünün ise uyumsuzluğu çözmeye çalışmakta değil, bunun bilincinde olarak yaşamaya devam etmeye dayandığını ve uyumsuzluğa rağmen yaşamanın ise uyumsuzluğu gerileteceğini belirtir.

Frankl’a göre yaşamın anlamının ne olduğu sorusu insanların sorması gereken bir soru değil, insanlara sorulan bir sorudur. Benzer şekilde Adler “Yaşamanın yararı ne? Ne veriyor bana yaşamak?” sorularını sormayı bırakıp şöyle diyecektir: “Biz kendi yaşamımıza gereken biçimi vermeliyiz”. Fromm ise “Kendiliğinden edimleri olan bireylerin, kendisini etkin ve yaratıcı bireyler olarak algıladıklarını ve yaşamın yalnızca tek bir anlamının bulunduğunu fark ettiklerini ifade eder: Yaşama ediminin kendisi”. Yalom ise “Yaşamın ne anlamı var?” sorusunun ilkel bir soru olduğunu ve saflığının bozulduğunu ileri sürerek şu açıklamayı yapar:

Geleneksel olarak sorulduğu şekliyle soru, hayatta o hastanın yerini bulamadığı bir anlam olması gerektiğini varsaymaktadır. Soru, anlam veren bir özne olarak insanoğlunun varoluşsal görünüşüyle çatışmalıdır. Daha önceden varolan bir düzen, “dışarıdaki bir amaç” yoktur. Her birimiz kendi dışarımızı yaratırken nasıl olabilir ki?

İnsanlar kendilerini ‘Yaşamın anlamı nedir?’ sorusunun muhatabı kabul etmedikleri için genel olarak ‘Yaşamın anlamı nedir?’ sorusuna kendilerini tam anlamıyla tatmin edecek bir cevap veremezler. Ancak, insanların sözleri değil de davranışları gözlemlendiğinde, her insanın kendine özgü bir yaşam amacı olduğu ve tavırları, tutumları, devinimleri, istekleri, alışkanlıkları ve karakter özelliklerinin bu anlamla uyumlu olduğu görülebilir. İnsanlar her zaman farkında olmasalar da eylemlerini bir anlamın eşliğinde ya da bir anlam için gerçekleştirirler ve yaptıklarının kendisine anlamlı gelmesine diğer bir deyişle bir ‘nedene’ yoğun şekilde gereksinim duyabilirler. İnsanların neden bir anlama gereksinim duyduğu sorusu önemli bir sorudur.

Yalom’a göre bu sorunun cevabı varoluşsal durumumuza gündelik hayatımızdaki rastlantısal uyaranlar ve durumlarla yüzleşip onları organize ettiğimiz şekilde yaklaşma ihtiyacımızda gizlidir. Kayıtsız, kalıplarımıza uymayan bir dünya ile karşılaştığımızda sıkıntı yaşarız; bir kalıp, açıklama ve varoluşsal bir anlam ararız. Dolayısıyla yaşamda anlam gereksiniminin nedenleri algısal organizasyonumuz ve eylemlerimizi dayandırdığımız bir değerler sistemine olan insani gereksinmemizdir. Sezer’e göre de “Anlamsız bir varoluş, insan bilincine aykırı olduğu için olsa gerek, insan var olduğundan bu yana kendisinin ve dünyanın varoluşuna bir anlam bulmaya çalışmaktadır”. Buradan anlam gereksiniminin varoluşsal ve insani bir nitelik olduğu anlaşılmaktadır.

Varoluşumuz ile bu kadar içkin bir konu olan anlam ve anlamsızlık durumu ile ilgili çelişkili ve paradoksal tartışmalar söz konusudur. Örneğin Camus “Yaşamın anlamsız olduğu söylenirken bile anlamlı bir şey söylendiğini” ifade ederek bu konudaki paradoksa dikkat çekmiştir. Anlamsızlık her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmaktır. Yaşam bir değer yargısıdır. İnsan, ölmeyi seçmediği sürece yaşamayı seçmiştir ve bu da yaşama bir değer verdiğini göstermektedir. Dünyamızın, ya bütün kendi gürültülerini aşan bir anlamı vardır ya da bu anlamın gürültü patırtıdan başka hiçbir gerçekliği yoktur.

Frankl’a göre yaşama ilişkin anlam “Sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gereğiyle, eşsiz ve özel bir yapı içerir”. Dolayısıyla Frankl, yaşam anlamı kavramını öznel boyutta ele alır. Bu çerçevede herkes için geçerli evrensel bir yaşam anlamının olamayacağını, her birey için yaşamın anlamının farklı olduğunu belirtir. Adler’e göre de insanlar gerçeği salt bir gerçek olarak değil daha önceden başkaları tarafından yorumlanmış bir gerçek olarak algılarlar. Bundan dolayı her insan için ayrı bir yaşam anlamı var olabilir. Adler, bireyden bireye değişen anlamlar söz konusu olmakla birlikte bir anlama sahip olmadan yaşayabilen hiç kimsenin olmadığını ifade etmektedir.

Diğer yandan yaşamın anlamı sorunu, sadece tek tek bireyleri değil bütün toplumu meşgul edebilecek kadar geniş bir sorun olabilir. Yaşamda anlamsızlık duygusunun sosyojenik kökenine ve yaygınlığına işaret eden Frankl ve dönemin Avusturya Başbakanı Bruno Kreisky’nin söyledikleri örtüşmektedir: “Bugünün en önemli ve acil sorunu toplumumuzun anlamsızlık duygusudur”. Eagleton’a göre de modern çağ öncesi insanlarının gündemlerinin yaşamın anlamı ile dolu olmaması toplumsal durumlarının daha az karmaşık olmasındandır. Din, mitoloji, ataların yaptıkları ya da kökleşmiş gelenekler neyin önemli olduğunu insanlara gösteriyordu. Geçmişte insanların kendi hayatlarının anlamını ve değerini sorarken geleneksel olarak başvurduğu alanlar din, kültür ve cinsellikti. Yaşamak için bunlardan daha uygun temel sebepler bulmak zordu. Frankl’a göre anlamsızlık duygusu ve varoluşsal boşluk kitle nevrozu olarak adlandırılabilecek kadar yaygınlaşabilme özelliğine sahiptir. Yaşamda anlamsızlık bunalımının günümüzde neden bu kadar çok arttığına ilişkin Geçtan’ın görüşleri ise şöyledir:

…endüstrileşmiş toplumlarda, çalışmak da yaşama anlam katmada yeterli olmayabilmektedir. Çünkü orada, ne doğa ile ilişkiyi içeren bir çabanın, ne de kişisel yaratıcılığa yönelik zanaatın yeri vardır. Artık giderek artan sayıda insan, dev bürokratik sistemlere hizmet vermekten öte bir anlamı olmayan ve bireysel yaratıcılığın kabul edilmediği ya da denetlendiği işler yapma durumunda kalmıştır. Anlamsızlıkla yüzleşmek, refah ve bunun getirdiği zamanla da oldukça ilintilidir. Zaman, beraberinde getirdiği özgürlükten ötürü birçok insan için sorun yaratmaktadır.

May’e göre yaşadığımız çağ bir uyma (conformity) çağıdır. İnsan bu çağda inatçı, isyankâr ve intikamcı olmayan bir biçimde kendi inanç ve doğruları doğrultusunda yaşabilmelidir. İnsan sadece inancı o yönde olduğu için cesur davranmalı ve davranışları ile ‘’Bu benim, bu benim varoluşum’’ demeli ve kendi kimliğini kendi gayreti ile yaşamalıdır. Anlamlı bir yaşam sürmenin yolu anne babanın ya da toplumun yanlış standartları, baskıları ve ölüm tehdidi karşısında dahi kendi “dasein”ımızı ortaya koymak ve onaylamaktır.

Sonuç olarak günümüz insanının anlamsızlık duyguları, içinde bulunduğu çağın gelişmeleri ile de ilişkilidir. İnsanlar, üretim ilişkilerinin değişmesi, yabancılaşma ve toplumsal gerçekleri gördükleri halde yaşamı değiştirmede güçsüz kaldıklarını gördüklerinde kendi yaşamlarının da anlamsız olduğunu düşünmektedirler. Dolayısıyla anlamsızlık duygularının altında bu gerçekliklerin de yattığı göz ardı edilmemelidir.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Kendinizi Topluma ya da Kendinize Yabancı Hissediyor Musunuz?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


İnsanların yaşamlarını sürdürmesinde diğer insanların varlığı çok önemlidir. Yaşamın ilk yıllarında biyolojik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan bu durum yaşamın sonuna kadar devam eder. Gündelik yaşamda insanların birbirleriyle yakınlaşma çabaları durmaksızın sürer. Fromm’a göre bir insan diğerlerinden uzak bir şekilde anlamlı yaşadığını hissedemez. Bu yüzden mutlaka diğerleriyle iş birliği yapmalıdır. Çünkü varolan her kişi kendisini, kendi dünyasının dışına doğru taşıma ve diğerleri ile paylaşımda bulunmaya gereksinim duyar. Bu gereksinimin karşılanmadığında insan kendini yapayalnız ve soyutlanmış hisseder. Bu durum ise insan zihnini -açlık, susuzluk ve uyuma gereksiniminin karşılanmamasının insan bedenine yaptığı gibi- parçalanmaya götürür.

Bireyler sık sık başkalarından ve kendilerinden soyutlandıklarını hissederler. Bu soyutlanmanın altında varoluşa ilişkin daha temel bir yalıtım yatmaktadır. Dolayısıyla varoluşsal yalıtım insanın kendisi ve başkaları arasında kapatılamayan bir uçurumun varlığıdır. Aynı yalıtım, birey ve dünya arasında da kendini hissettirebilir. Yalıtılmışlık, varoluşsal boşlukla beraber bireyin dünyasında hayal meyal tanınan bir duygudur. Bununla beraber varoluşsal yalıtılmışlık insanların diğerlerinin iç dünyasında neler olup bittiğine ve diğerleri ile bağlantılı olma ihtiyaçlarını tehdit eder. Bu tehdit yüzünden varoluşsal olarak yalıtılmış olmak insanları aynı zamanda diğerleri ile ilişki kurmaya da zorlar.

İnsanlar gerçekten de başkasının içsel deneyimlerinin nasıl olduğunu ya da bir başkası/bir başka şey gibi olmanın ne demek olduğunu bilemezler. Dolayısı ile bireyin iç dünyası ile diğerleri arasında herhangi bir köprü bulunmamaktadır. Bu gerçeğe rağmen bireyler diğerleri ile bağlı olma ihtiyacı hissederler. Bu bağlantısızlık yalıtılmışlık ve yalnızlık duygularının oluşmasına neden olur. Gerçekten de günümüz insanlarının en güçlü ihtiyacının diğerlerinin nasıl insanlar olduğunu ve diğerlerinin kendisini nasıl gördüğü olduğu düşünülebilir. İnsanların özellikle ilişkilerdeki çabaları hep bu bilinmezliğin giderilmesine yönelik gibi görünmektedir. Bu bilinmezliğin giderilmemesi ise insanlara sıkıntı vermektedir. Çünkü, yalıtılmışlık gerçeği insanın kendi içine hapsolmuş bir canlı olduğu anlamına gelmektedir.

Çağımızın dışadönük ve konformist insanının nevrotik davranışı, kendisini dışarıya kapatan, dar bir çevrede güvenlik içerisinde yaşayan insanın nevrotik motifinden farklıdır. Yalıtılmışlığı aşma başka insanlara katılma ve onlarla özdeşleşme çabaları kişinin kendi varlığını parçalamaktadır.

Yalıtılmışlık, bir insanın kendisini hayattan çıkarmasını, yaşamın etkinlikleri ve bireyi zayıf ve saçma görünür hale getirir. Bu durum, bireyin kendisine galaktik bir bakış açıdan bakmasıdır ve terapistler için bu durum ürkütücüdür. Aslında insanın kendisine dışarıdan bakabilmesi değerli bir özellik taşısa da uzun süre devam eden galatik bakış açısı öldürücü olabilir. Yalıtılmışlıklarını sağlıksız şekilde algılayan bireyler yalnızlığa tahammül edemez ve yalnız kaldıklarında kıvranırlar. Yalıtılmışlıkları ile yüzleşip onu keşfedebilenler diğerleri ile sevgi dolu ilişkiler kurabilirler ancak halihazırda ilişki kurabilen ve birazcık olgunluğa ulaşabilmiş olanlar yalıtıma katlanabilirler.

Her tür terapide sıklıkla karşılaşılabilen bir olgu olan yalıtılmışlık üç formda ortaya çıkar: kişilerarası, kişinin kendi içinde ve varoluşsal. Kişiler arası yalıtım diğerlerinden uzak ilişkilerle karakterize olmuş yalnızlık olarak yaşanır. Kişilik bozukluklarının engellemesi, (şizoid, narsisitik, antisosyal vb), sosyal beceri yetersizliği ya da yakınlık kurmayla ilgili çatışmalı duygular yalnızlığa neden olabilir. Kişiler arası yalnızlığın bu nedenlerden kaynaklandığının ileri sürülmesi, giderilmesi için de basitçe yetersizlik ya da güçlük alanlarına odaklanılmasının faydalı olabileceği düşüncesini akla getirmektedir. Bu düşünceye bağlı olarak müdahale programları, bireysel psikolojik danışma, atılganlık eğitimleri, sosyal beceri eğitimleri gibi pek çok uygulamanın varlığı bilinmektedir. Kişinin kendi içindeki yalıtım ise insanın bazı parçalarının birbirinden ayrıldığı yalıtımdır. Bu tür bir yalıtılmışlık genellikle savunma mekanizmaları, yaşantıların bilinçli farkındalığın dışına çıkması ya da benliğin parçalanmasına işaret eder ve psikopatoloji ile ilişkilendirilir. Geçtan, psikanalitik kişilik kuramı ile ilgili olarak, Rollo May’in, id, ego ve superegonun kişiliğin analizi sonucu ortaya çıkan bölümler mi yoksa kişiliğin birbirine yabancılaşmış bölümlerin trajedik çatışması mı olduğunu anlatmaya çalıştığını vurgular.

Varoluşsal yalıtım diğer varoluşsal kaygılar olan ölüm ve özgürlükle de yakından ilişkilidir. Camus, yalıtılmışlığı “saltanatımızı kendi başımıza bir çöl üstünde bitiriyoruz” sözleri ile anlatmaktadır. Yalıtılmışlık kaygısının temeli ölüm kaygısıdır. Çünkü, insanlar tek başlarına ölürler. Ölüm, belki de yalıtılmışlık korkusunun en ağır şekilde yaşandığı değişimdir. Günlük yaşamda insanlar birbirleriyle yakınlaşarak yalıtılmışlık korkuları ile başedebilirler. Ancak, ölüm söz konusu olduğunda yapılabilecek bir şey yoktur. Diğer yandan insanlar özgürlüklerini de yalıtılmış olmalarına borçludur. Dolayısı ile yalıtılmış olmak aynı zamanda hem çekici hem de korkutucu özelliklere sahiptir.

Yalıtılmışlık gerçeğinin yarattığı kaygı çözümü olan bir kaygı değildir. Varoluşun, diğer kaygı kaynakları gibi yüzleşilmesi ve anlaşılması gereken bir öğesidir. Diğerleri ile yakınlaşarak ve alışverişte bulunularak yalıtım korkusu hafifletilebilir. Yalıtılmışlık korkusu ile başetmede, başarılı psikoterapi hastalarının geliştirdikleri tespit edilen şu anlayış yardımcı olabilir: “Diğer insanlarla ne kadar yakınlaşırsam yakınlaşayım yine de hayatla tek başıma yüzleşmeliyim”.

Sonuç olarak varoluşçu alanyazında yalıtılmışlığın bir varoluşsal gerçek olduğu ifade edilmektedir. İnsanlar, bu gerçeği olduğu gibi kabul etmeli ve yaşamlarını bu gerçeğin yarattığı sınırlılığa göre yönlendirmelidirler. Ne sürekli olarak aslında yapayalnız olduğunu düşünmeli ne de bu gerçeği inkâr etmelidirler.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Ölüm Kaygısı Hayatınıza Anlam Katabilir mi?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Her canlının yaşamının bir sonu vardır. Ölüm, varoluşçu felsefe ve varoluşçu psikolojinin temel kavramlarından birisidir. Hayat ve ölüm birbirine bağımlıdır ve aynı anda vardır. “Ölüm hayatın perdesi ardında sürekli sesini duyurmakta, yaşantı ve davranış üzerinde büyük etkide bulunmaktadır”. Ancak, yaşamımız olanca hızı ile sürerken ölüm ve yaşamın aynı anda varolduğuna da inanmak zordur. Heidegger “herkes kendi ölümünü ölür” demiştir. Dolayısı ile ölüm insanın yalnızlığının en sert ifadesidir. Göka’ya göre “İnsanlar bilinmeyen bir zamanda kendileriyle birlikte en değer verdikleri yakınları ile hep birlikte ölüme yazgılıdır. Sürüp giden hayat, bir hayal perdesine benzetilebilir ve yaşam ancak bu beyhudeliği unutarak gerçekleştirilebilir”. Ölümün önemi “varoluşun temelinde yatan tek mutlak gerçek olması” ve “ölümden daha açık bir şey olmaması” ile ilişkilidir. Ölüm “kadim bir hakikattir”. Heidegger’in deyimiyle ise ölüm “başka bir olasılığın olanaksızlığı” durumudur. İnsan “ölmek zorunda” olan, ölüme doğru yaşayan bir varlıktır. Otto Rank, insanın bağımsız bir varlık olma çabasının yaşamın özü olduğunu ileri sürmüştür. Dölyatağındaki çabasız varoluşa dönme isteği ya da çevresiyle bütünleşme eğilimi ise bu özün karşıtıdır. Rank, bu durumu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır.

Ölüm varoluşsal açıdan varlıksızlık tehdidinin en açık biçimidir. Ölüm, biyolojik bir son olmasının yanısıra varolmama tehdidini de temsil etmektedir. Dolayısı ile ölümden kaçamayacağını farkında olan insan varoluşsal bir kaygı da yaşamaktadır. Bir kişi için ölümün anlamı hem kişisel hem de sosyokültürel değişkenlerle ilişkilidir. Ölümün anlamı ölüm olayının kişinin başına gelmesi ile ilgili değil ölüm olgusu karşısındaki duygularına ve yorumlarına bağlıdır. Çünkü insanların ölüme ilişkin anlayışları, ölümlere tanık olarak gerçekleşir. Bir hayvan ya da insanın ölümünü görmek ölüm anlayışımıza katkıda bulunabilir. Bu şekilde gelişmiş olan ölüm anlayışı yaşam ve ölüm kavramları arasında bir köprü kurmak için yetersizdir. Ölüm bu yüzden daha önce hiç yaşanmamıştır.

Bilinçaltımızda dünyadaki yaşamımızın bir sonu olduğunu düşünmek kabul edilebilir değildir. İnsanın yaşamı sona erecekse de bu ancak dışarıdan gerçekleştirilecek bir saldırı ile olur. Bilinçaltımızda hissettiğimiz şey ölmek değil öldürülmektir. İnsanlar, kendi varlıklarından olduğu gibi ölümlerinden de sorumludur. Bu sorumluluk insanın seçtiği bir sorumluluk değildir ve yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır.

Ölüm korkusu kimi bireylerde genel bir huzursuzluk şeklinde dolaylı olarak kendini gösterir ya da başka bir psikolojik bozukluk şeklinde ortaya çıkar. Kimi bireyler ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken, kimileri için ölüm korkusu bütün mutluluk ve sevinci engelleyen bir dehşet haline gelir.

Varoluşçu açıdan, ölüm inkâr edildiğinde hayat küçülür; tersine ölümün kabullenilmesi hayata bir kesinlik hissi verir. Ölüm düşüncesi insanın oyalanmalar, sakinleştiriciler ve önemsiz kaygıların kontrolünden kurtulmasına yardım eder. Ölüm fiziksel olarak bedenin varlığını tehdit eder, ancak ruhsal olarak da insanı korur. Bu koruma, yaşamın değerli, özel ve güzel bir şekilde yaşanması olarak anlaşılır. Ölüm korkusu ölümün kaçınılmazlığının farkında olmayla yaşama arzusu arasındaki gerilimden kaynaklanır. Ölüm o kadar büyük bir önem taşır ki, eğer uygun bir şekilde yüzleşilirse insanın hayata bakışını değiştirir ve hayata gerçekten otantik bir dalışı sağlar. Bu yüzden insan kendi ölümünü düşünmeye çalışmalı ve bu trajik ancak kaçınılmaz olguyla daha az korku duyarak yüzleşmeyi öğrenmelidir. Çünkü insanlar ancak kendi ölümlerini tasavvur etmeye başladıklarında bir şeyleri değiştirmeye başlayabilirler. Yalom ise ölümün otantik bir yaşam yaşamakla olan ilişkisini “Ölümün hayatla birleştirilmesi, hayatı zenginleştirir; bireylerin kendilerini önemsiz şeylerle bunaltmaktan kurtarmalarını, daha anlamlı ve daha otantik yaşamalarını sağlar. Ölümün tam farkında olmak, kökten kişisel değişimlere neden olabilir” cümleleri ile anlatmıştır.

Varoluşsal ölüm korkusunu fark eden, onunla yüzleşmekten çekinmeyen ya da paradoksal biçimde söylenecek olursa gerçekten ölümden korkmayı başarabilen insan ölüm bilincine ve hayatın anlamına ulaşmış olur. Yaşamdan korkmayanlar, ona anlam verebilenler ölümü daha gerçekçi biçimde kavrar ve ondan korkmazlar. “Yaşamdan hep korkanlar ve ona bir anlam veremeyenler ölüme de bir anlam veremezler”. Benzer şekilde Ewen ölüm olasılığı ile yüzleşildiğinde yaşamın daha anlamlı olacağını belirtmektedir.

İnsanların ölüm korkusu ile başa çıkması, yaşamını ölmeyecekmiş gibi sürdürmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde yaşam anlamsızlaşır ya da ürkütücü hale gelir. Ölüm korkusuyla başetme yolunun temelinde ise “ölüm bilinciyle donanmak” vardır. Bu çerçevede Kübler-Ross “sanırım hayatta gerçekten karşımıza çıkmadan önce ölüm ve ölmek üzerine düşünmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz” sözleriyle ölümün ölmeden önce düşünülmesi gereken bir şey olduğunu vurgulamıştır.

İnsanın ‘kendi ölümüyle’ yüzleşmesi benzersiz bir sınır durumdur ve insanın dünyada yaşama şeklinde büyük bir değişim yapma gücüne sahiptir. Ölümün farkında olmak insanı gereksiz meşguliyetlerden kurtarıp hayata derinlik, lezzet ve tamamen farklı bir bakış açısı kazandırır.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

15 Ocak 2023 Pazar

Varoluşsal Sancı, Varoluşsal Kaygı Nedir?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Kaygı, insanların günlük yaşamının bir parçasıdır ve hiçbir kaygısı olmayan insan yoktur. Günlük yaşamın içinde sınanma durumlarında ya da yeni bir deneyim karşısında herkesin arada bir yaşadığı kaygılar gerçektir. Kaygı yoğunlaştığında, yaşanma süresi uzadığında ve bütün bir yaşamın merkezine oturduğunda insanın yaşamını sürdürmesini sekteye uğratabilir ve ruh sağlığı problemlerine sebep olabilir.

Yalom ve Josselson’a göre ise varoluşsal kaygı normal kaygının bir şeklidir. Varoluşsal açıdan kaygı ise kaynağını insan varoluşunun kendisinden alan ontolojik bir insan niteliğidir. Ayrıca varoluşsal kaygı diğer duygulardan farklıdır. “Varoluşun yıkılabileceğinin, kendisini ve dünyasını kaybedebileceğinin bir hiç olabileceğinin farkına varan bireyin öznel durumu, yaşayan bir varlığın yok olmaya karşı verdiği mücadeledir”. Varoluşsal kaygı bir varlığın kendi muhtemel yokluğunun farkında olması halidir ve nörotik ya da psikotik kaygılardan farklı olarak zihnin anormal durumu ile ilgili değildir. Kaygı varolmamaya dair varoluşsal farkındalıktır ve yokluk da varolmanın bir parçasıdır. Varolmak, içinde varolmamayı da barındırır. Korkunun bir nesnesi vardır; kaygının ise yoktur. Bu çerçevede, kaygı, bilinmeyenin korkusudur ve nesne ortaya çıktığında korkuya dönüşecektir. Ancak yokluğun özü hiçbir zaman bilinemeyeceği ve nesnesi ortaya çıkmayacağı için duyulan şey sadece kaygı olacaktır. Dolayısıyla varoluşsal kaygı yok edilemez çünkü varoluşun kendisiyle ilgilidir. Varoluşsal kaygının ontolojik bir niteliği vardır ve (bu ontolojik sebepler yok edilemeyeceği için) varoluşsal kaygı yok edilemez ancak varolma cesaretine dahil edilebilir.

Heidegger’e göre dünyada iki temel varoluş biçimi bulunmaktadır: Varolmayı unutma ve varolmayı düşünme durumu. Varolmayı unutma durumu insanın madde dünyasında yaşayıp, kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırması ve boş şeylerle ilgilenmesidir. “Varolmayı düşünme” durumunda ise, birey, işlerin gidişine değil oluşuna hayran olur. Bu tarz, varoluşun farkında olmak demektir. Birinci tarz otantik olmama, ikinci tarz ise otantik bir biçimde varolmaktır. Göka’ya göre ise insanların otantik bir yaşam sürmelerinin önündeki engellerin kaynağı varoluşsal bunaltıların altında yatmaktadır. Ancak bu bunaltılar mutsuzluğun ya da otantik olmamanın doğrudan sorumlusu değildir. İnsanların mutlu ve etkili ya da mutsuz ve etkisiz olmalarının açıklaması bunaltı kaynakları olan bu varoluşsal gerçeklere verdiği yanıtlarda gizlidir.

Tillich varoluşsal kaygı kavramını üç temel endişe alanı etrafında toplamıştır. İlk endişe alanı insanın kaderi ve ölümüdür. Kader ve ölüm hakkında kaygı kişinin ölümü ve varlığına ve kişisel kaderine mutlak bir tehditle ilgilidir. İkici endişe alanı boşluk ve anlamsızlıktır. Boşluk ve anlamsızlık hakkında kaygı hiçbir ''nihai endişe'', yaşamda kişinin varlığına anlam verebilecek önemli bir şey olmadığını içerir. Üçüncü endişe alanı ise suçluluk ve mahkumiyettir. Suçluluk ve mahkumiyete ilişkin kaygılar kişinin ahlaki ve etik kimliğine yönelik algılanan tehditleri içerir. Wahl’a göre de var olmak hem en yüce değer hem de günahkâr olmanın suçluluğuna yol açan bir özelliktir.

Göka’ya göre varoluşsal bunaltı kaynaklarının ortak yanı hepsinin insanın faniliği ile ilgili olmasıdır. “Ölüm zamanımızın; kazalar gücümüzün; verilecek kararlarla ilgili kaygılar, bilgimizin; anlamsızlık tehdidi, değerlerimizin; yalıtılmışlık, eşduyumumuzun ve reddedilme olasılığı ve diğer insanlar üzerindeki denetimimizin sonluluğunu yansıtmaktadır”. Varoluşsal kaygı yaşam ve ölümün nihai anlamı hakkındaki endişeleri içerir. Yalom’a göre ise insanlar dört nihai ve temel kaygı yaşamaktadırlar: Anlamsızlık, ölüm, özgürlük ve yalıtılmışlık kaygıları. Bu varoluşsal kaygıların her biri ayrı ayrı incelenmeyi gerektirse de aslında ayrılmaz biçimde iç ice geçmişlerdir. Öcal ise bu dört temel kaygının içkinliğini şu şekilde açıklamaktadır:

“Ölüm korkusu, içinde anlam, özgürlük ve yalnızlık kaygılarını barındırır. Özgürlük korkusu ölüm, anlam ve yalnızlık kaygısını içerirken anlam boşluğu veya sorunu, içinde ölüm, özgürlük ve yalnızlık korkusunu taşır. Nihayet en eski kaygı şekillerinden birisi olan yalnızlık ise tabiî olarak ölüm ve özgürlük korkusu ile anlam sorununu barındırır içinde. Birbirinin içine geçmiş bu dört kaygı ayrıca ikilem oluşturdukları kavramlarla birlikte anlaşılabilmektedir. Ölüm-yaşam, anlam-anlamsızlık, özgürlük-zorunluluk, yalnızlık-birliktelik gibi birbirini tamamlayan ve yarattıkları zıtlıkla belirgenleştiren bu kavram çiftleri varlığı anlamlandırmak, dolayısı ile birer kaygı kaynağı olmaktan çıkarması gereken fenomenlerdir.”

Başka bir ifadeyle, bireyler yalıtılmış olduklarından dolayı bütün seçimlerinde özgür ve seçimlerinden sorumludur. Yine yalıtılmış olmaları onları ölüm ya da acı çekme karşısında yalnız ve çaresiz hissettirir. Ölüm ise yaşamın anlamını tehdit eder, ama aynı zamanda yaşama anlam da katar.

İnsanlar varoluşun getirileri olan nihai kaygıları nasıl keşfedebilir? Yalom’a göre bunun yöntemi derin kişisel düşünmedir. Yalnızlık, sessizlik ve zamanı kullanarak dünyadaki varlığımızı, durumumuzu, sınırlarımızı derinlemesine düşünebiliriz. Bu durumlarda derin yapılarla baş başa kalırız. Ancak, May’in de ifade ettiği gibi “sessizlik büyük bir suçtur; çünkü yalnızlığı çağrıştırır ve korkutucudur”. Dolayısı ile şu önermeye varmak çok yanlış olmaz: varoluşsal kaygıları keşfetmek varoluşsal gerçeklikler karşısında kaygılanmaktan geçmektedir.

Sonuç olarak varoluşsal dinamiklerin (anlamsızlık, ölüm, yalıtılmışlık ve özgürlük) nasıl algılandığı insanların yaşam biçimleri üzerinde oldukça etkilidir. İnsanların bu dinamikler karşısındaki farkındalıkları ve tutumları değişkenlik gösterir.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Varoluşsal Psikopatoloji ve Terapi Süreci Nasıldır?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Varoluşçu terapiye göre psikolojik sıkıntının temelinde derindeki varoluş konuları (çoğunlukla da örtük halde) bulunur. Varoluşçu psikoterapiye göre varoluşsal gerçeklerin farkına varmak güçlü bir anksiyeteye, anksiyete ise savunma mekanizmalarına yol açmaktadır. Örneğin, yalnızlığa ilişkin en sık başvurulan savunma mekanizmaları, oyalayıcılar, sosyal etkinlikler ve beğenilmedir. İnsanlar varoluşsal bunaltı kaynakları ile yüzleştiklerinde ya bu bunaltıyla başa çıkma kaynakları bulurlar ya da bu bunaltıları yaşamamak için otantik olmayan bir varolma biçimini seçerek kendilerini kandırırlar. İkinci yolun seçimi bireyi varoluşsal kaygılardan koruyabilir ancak sonuçta onu nörotik bunaltının içine atacaktır. Nörotik bunaltı ise bir insanın kaçınılmaz olan varoluşsal bunaltı kaynaklarına verdiği otantik olmayan bir cevaptır. Nörotik bunaltı yaşamak demek insanın insan olmanın sorumluluklarından kaçmanın yol açtığı bir suçluluk duygusuyla psikopatolojiye açık hale gelmesidir. Varoluşsal kaygılar tek başlarına patolojinin sebebi değildir. Patoloji daha çok insanların varoluşsal kaygılarına verdiği yanıtlarla ortaya çıkar. Dolayısı ile varoluşsal kaygılar özel koşullarda patolojik kaygı olarak ortaya çıkabilmektedir. Tillich patolojik ve varoluşsal kaygı arasındaki geçişi şöyle özetlemektedir:

“Nevrotik kaygı kişinin varoluş kaygısını üstlenememesidir. Patolojik kaygı benliğin kaygıyı üstlenme konusundaki başarısızlığının bir sonucudur. Patolojik kaygı sınırlı, sabit ve gerçekdışı bir temel üzerinde öz olumlamaya ve savunmaya dayanır. Patolojik kaygı, kader ve ölüm kaygısıyla bağlantılı olarak gerçek dışı bir güvenlik, suçluluk ve kınanma kaygısıyla bağlantılı olarak gerçekdışı bir mükemmeliyet, şüphe ve anlamsızlık kaygısıyla bağlantılı olarak gerçekdışı bir kesinlik ve kuşkusuzluk yaratır. Patolojik kaygı, tıbbi yardımın; varoluşsal kaygı, dini yardımın bir nesnesidir. Ancak ne tıbbi ne de dini yardım mesleği, temsilcileri ile sınırlandırılamaz. Ancak bu serbestlik tıp mensubunun tamamiyle din mensubunun işini görmesi ya da tersi olarak anlaşılmamalıdır.”


Terapinin Doğası ve Terapi Süreci

Varoluşçu terapinin amacı, danışanlarla birlikte yaşam üzerine düşünmek ve bu yolla yaşamı netleştirmek ve anlamaktır. Bu amaç çerçevesinde varoluşçu terapistler danışanlarını hasta olarak nitelendirmez ve yaşamaktan bunalmış olduklarını, yaşama becerilerinin de zayıflamış olduğunu ileri sürerler. Hasta olarak değerlendirilmek ise yollarını kaybetmiş ya da kafası karışmış bireylerin arzu ettikleri bir şey değildir. Ayrıca varoluşçu psikoterapi insanların yaşantıları üzerine yeni bir düşünme eğilimi sunar ve ‘ben’in algılanmasına ve yaşanmasına öncelik tanır.

Varoluşçu terapistler terapi sürecinde otantik etkileşimi engellediğini ileri sürerek formal bir değerlendirmeyi tercih etmez. Bunun yerine tedaviye gelen kişiyi onun kendi dünyası içinde anlamaya çalışırlar. Çünkü içsel kesinlik, insanın içindeki varlığı keşfetmek ve olumlamak yolu ile gerçekleştirilebilir. Bunun sağlanması için de koşullanma, davranış mekanizmaları ve içgüdüsel etkiler gibi teoriler üreten psikolojilerin tersine, bu teorilerin altına inilmesi, yani tüm bunları yaşayan varlık olarak kişinin keşfedilmesi gerekir.

Varoluşçu psikoterapi yaklaşımları kişilik kuramı ile ilgilenmemektedir. Çünkü, insanlar varoluşları gereği sürekli seçimler yapmaktadırlar ve bu seçimler onun kim olduğunu belirlemektedir. Varoluşçu terapistlerin, düşünceli ve daha çok kendi içleriyle meşgul görünen filozoflar gibi görünmeleri beklenmektedir. Ancak bu beklenti bir yanılgıdır. Varoluşçu terapistler danışanlarla ilişkilerinde oldukça aktiftir. Buna rağmen danışanlarına herhangi bir çözüm yolu sunmazlar. Bunun yerine danışanlarını varoluşsal gerçeklerle yüzleşmeleri için cesaretlendirirler. Ancak sadece terapistin varoluşçu tutumunun tek başına bir terapi sağlayabileceği düşünülmemelidir. Dolayısıyla bu tutumun çeşitli kuram ya da kuramlardan oluşan bir zemin üzerinde gelişmesi gerekir. Bu bakış açısına göre varoluşçuluk, terapistin uyguladığı tedavi tekniklerinin gücünü arttırmakta ve danışana yaşamın özü ile ilgili değerli açıklamalar sunmaktadır.

Varoluşçu psikoterapi “geçmişi yadsımaz, ancak geçmişin de geleceğin ışığında daha iyi anlaşılabileceğini” savunur. Terapide her bir danışanın kendine özgü bireyselliğine ve insan oluşuna saygı duyulur. Danışanın kendisi oluşu, subjektifliği ve farkındalığı esas alınır. Danışanın geçmiş ve geleceği şu anla ilişkisi bakımından ele alınarak her şeyin geçici olduğu ve yaşamın subjektifliği vurgulanır. Bu geçicilik ve subjektiflik yaşamın önemsiz olduğu şeklinde algılanmamalıdır. Tam tersine yaşanan her anın değerli olduğu şeklinde yorumlanmalıdır.

Terapi sürecinde terapist, hastanın inanç sistemini, diğer insanlarla geliştirdiği sevgi ilişkilerini, geleceğe dönük ümit ve amaçlarını sorar, yaratıcı ilgi uğraşılarını keşfederek tanımaya çalışır. Bu tanıma süreci, anlam arama ve danışanın aradığı anlamı sağlama etkinliklerini de içerir. Yaşama verilen anlamdaki hataları gidermenin yolu yanlış anlamlandırmanın gerçekleştiği koşulları yeniden değerlendirmek, yanlışları görmek ve kavrayış şemasında yeniden düzenleme yapmaktan geçmektedir. Bu bireyin her zaman tek başına gerçekleştirebileceği bir düzenleme değildir. Bundan dolayı çoğunlukla bir uzmanın yardımına gereksinim duyulur. Böylece, anlamlandırma sorununu bilen uzman bireye temeldeki yanlışın aranıp bulunmasına yardım eder ve daha uygun bir anlamı kişiye önerebilir.

Yalom’a göre anlamsızlık problemi terapistlerin sıklıkla karşılaşabileceği bir problemdir. Terapist, en şaşırtıcı ve çözülemez soru olan anlam sorusunu terapide inkâr etmemelidir. Anlam sorusu seçici bir şekilde ihmal edilmemeli, ondan kaçılmamalı, ya da daha hafif/daha kolay baş edilebilir bir soruya dönüştürme yoluna gidilmemelidir. Ancak, terapistler eğitim programlarının içinde hayatın anlamını geliştirmeyi, anlamsızlığın psikopatolojisini veya anlam krizindeki hastaya yardımcı olabilecek mevcut psikoterapileri öğrenmemektedirler.

Terapi teknikleri bakımından, varoluşçu terapistler, çağdaşı psikoterapi yaklaşımlarının aksine geliştirilmiş pratik yöntemler kullanmazlar, tekniklerle fazla ilgilenmezler ve bu yönde beklentileri olanları da hayal kırıklığına uğratırlar. Zira, terapide teknik, terapistlerin yaptıkları şey hakkında kaygı ya da kuşkuya kapıldıklarında kendilerini verdikleri bir şeydir. İkinci olarak; varoluşçu terapistler tekniğin bir insanı anlama eyleminden daha sonra gelebileceğini düşünürler. Onlara göre terapistin ana görevi hastayı bu dünyada bir varlık olarak anlamanın yollarını aramaktır. Bununla birlikte varoluşçu terapistler hastanın varoluşunu ortaya çıkarabilecek onun dünyadaki varlığını en iyi açıklayabilecek teknikleri, esneklik ve çok yönlülük içinde kullanabilirler. Bütün bu farklılıklara rağmen varoluşçu terapi, psikanaliz ya da herhangi diğer bilim dallarının keşiflerini bir kenara atma gibi bir amaç da taşımamaktadır.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Varoluşçu Psikoterapinin Genel Özellikleri Nelerdir?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Yalom varoluşçu psikoterapiyi “bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir yaklaşım” olarak tanımlamaktadır. May’e göre ise varoluşçu psikoloji, kaynağını bütün insanların yaşamlarının kayıtsız ya da düşmanca bir dünyada geçen ve sonu olan bir dram olduğunu varsayan varoluşçu felsefeden alan bir yaklaşımdır. Geçtan’a göre de varoluşçu psikoloji insan ve dünyasına olduğu gibi bakar ve olayların ortaya çıktığı biçimi ile anlamlarını kavramaya çalışır. Kimi psikologlar varoluşçuluğun muğlak ve ümitsiz bir yaklaşım olduğunu ileri sürerler. Örneğin Dökmen’e göre varoluşçuluk fazlaca karamsardır ve bu tavır pratik olarak işlevsizdir. Diğer yandan varoluşçu psikoloji içeriğinin, kapsamının ve tanımının belirsiz olmasını Göka “bizzat varoluşçu psikolojiyi besleyen varoluşçu felsefenin karışık, çok anlamlılık içeren ve bütünlük arzetmeyen bir yaklaşım olmasıyla” açıklamaktadır.

Varoluşçu felsefede olduğu gibi varoluşçu psikolojinin de yaşama ve insana bakış açısına göre yaşamın kendi içinde bir anlamı yoktur. Buna göre evrende kendi varlığını yaratan tek varlık insandır, insan insanlığını kendi yapar ve nasıl yaparsa öyle var olur, değerlerini yaratır, yolunu seçer. İnsan yaşamaya başlamadan önce yaşam da yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır. Bireyin varoluşunun tümüyle anlamsız olduğu gibi bir sonuç ise bireyi eylemsizliğe götürür, anlam ve amaç araştırması ise bir insan özelliğidir. Yaşamın amacının ne olduğu sorusunun cevabı ise insanlara verilmemiştir. Dolayısıyla insan bilinçli şekilde ve istekli bir sorumluluk alarak yaşam amacını seçmelidir. Ayrıca, insanlar diğerleri ile ne kadar yakın olduğunun önemi olmaksızın yaşamla yalnız yüzleşmelidir. İnsan doğmuş olduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır. Bu gerçek onu anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır ve birçok insan bu kaygıyı yaşamamak için kolektif tepkiler ve tutumlar içerisinde eriyip yok olmayı seçer. İnsanlar gerçekten varolmak ve bir nesne olmaktan kurtulmak için varlığın belirsiz dünyasından ayrılmalı ve tembellik ya da toplumsal baskıya boyun eğmemelidir.

Varoluşçulara göre insan, varoluşunu dünyada üç alanda yaşar: umwelt, mitwelt ve eigenwelt. Umwelt insanı çevreleyen nesnelerin de yer aldığı doğal dünyadır. Bütün canlılar için umwelt sözkonusudur. İnsanlar arasında bu varoluş alanı bakımından çok fazla farklılık yoktur. Umweltt’in kapsamında biyolojik ihtiyaçlar, dürtüler ve içgüdüler bulunur. Mitwelt ise insanların diğerleri ile kurdukları ilişkileri, sosyal dünyadaki birlikte varoluşu tanımlar. İnsanın diğer insanlarla kurduğu ilişkilere yüklediği anlam ve hissettiği duygular, mitwelt varoluş alanında yer alır. İyi bir ilişkide insanlar birbirine uyum sağlamış değildir; sadece birbirlerini fark ederek bir ilişki geliştirmişlerdir. Eigenwelt ise varoluş alanı varlığı en tartışmalı alandır ve sadece insanın bu varoluş moduna sahip olabileceği ifade edilir. Eigenwelt öz farkındalığı ve özbilinçliliği gerektirir. Dünyadaki herhangi bir şeyin insan tarafından kişisel olarak anlamlandırılmasını içerir.

Varoluşçular, insanın kendisiyle ve başkalarıyla nasıl ilişki kurduğuna dair çeşitli mitwelt örüntüleri tanımlamışlardır. Bu tanımlamaya göre “isimsizlik” formunda kişi kendini yaşamdan siler ve kaybeder. Kendi benliğini hiç yaşamaz yaptıklarından ya da yapmadıklarından sorumlu hissetmez. “Tekil” biçiminde kişi yalnızca kendisiyle ilişki kurmaktadır. Bütün olumlu ya da olumsuz davranışlarını kendisine yöneltmiştir. “Çoğul” durumdaki kişi insanları cansız objelermiş gibi görür ve kendi çıkarlarını karşılamak için diğerlerini kullanır. Normal varoluş yaşantısı ise “ikilidir”. İlişkide kişi diğerini de algılar ve biz duygusuna sahiptir.

Varoluşçu yaklaşımların dayanakları deneysel değil oldukça sezgiseldir. Bu nedenle varoluşçu psikoterapi dinamik bir yaklaşım olarak da değerlendirebilir. Ancak buradaki ‘dinamik’ sözcüğü psikodinamik terapilerin gönderme yaptığı özel güçler, güdüler ve korkulara farklı bir bakış açısını işaret etmektedir: Varoluşsal dinamikler. Bu çerçevede varoluşçuların kabul ettiği dinamikler; bilinçdışı fikirler ve içgüdüsel dürtülere işaret etmezler. Dolayısıyla pek çok insan varoluşsal kaygılarının farkında olmayabilir, çünkü günlük yaşamının içindeki korkularının, kaygılarının ve içsel ya da kişilerarası çatışmalarının aslında varoluşsal kaygıları ile ilişkili olabileceğini ilk bakışta kavramak, kavransa bile benimsemek zor bir durumdur.

Psikoterapide varoluşçu yaklaşımlar, sistematik bir kişilik kuramına sahip olmadıkları ve spesifik teknikleri çok güçlü olmadığı için bağımsız bir tedavi ekolü olarak görülmezler. Bu nedenle bir uygulama alanı olmaktan daha çok diğer terapilerin içine entegre edilebilecek felsefi bir anlayış ve bir tutum olarak görülürler.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Varoluşçu Psikoloji Nedir, Temsilcileri Kimdir?

 Murat Yıkılmaz'ın 2016 yılında “Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı” isimli yazdığı doktora tezinden alınan verilere göre:


Varoluşçu psikolojinin ortaya çıktığı 20. yüzyıl sadece toplumsal, ekonomik ve teknolojik değişimlerin yoğun olduğu bir çağ değildir. Bireylerin ve toplumun ruh sağlığında da yoğun değişimler söz konusudur. Ford ve Urban’a ve May’e göre dünyanın farklı yerlerinde psikoterapistler insanların yardım arama nedenlerinin yerini Freud’un çağında sıklıkla görülen histeri, vb. durumlardan, yalnızlık, umutsuzluk, yabancılaşma, soyutlanma, anlam arayışı ve yakın ilişkiler kuramama gibi nedenlere bıraktığını fark etmeye başlamıştır. Bu yeni semptomlar karşısında o zamana kadar egemenliklerini sürdüren psikoterapiler ise her zaman yeterli yanıtları verememişlerdir. Bundan dolayı davranışçılık ve klasik psikanaliz ekollerinin insanı bir obje gibi algılama ve açıklama eğilimleri eleştirilmiştir.

Varoluşçu psikoloji bu değişimlerle beraber, Avrupa’da 1940’lı yıllarda ortaya çıkmış ve daha sonrasında Amerika’ya yayılmış olan bir psikoterapi/psikiyatri akımıdır. Ludwig Binswager ve Medard Boss adlı İsviçreli iki psikiyatrist Heidegger’in soyut ontolojisini ‘Daseinanalysis’ adıyla geliştirdikleri tedavi yaklaşımında kullanarak varoluşçu psikolojiye öncülük etmişlerdir. Varoluşçu psikolojinin, Amerika’da 1960’lara kadar yaygınlaşmadığı, ancak, Rollo May, Ernest Angel ve Henri Ellenberger’in ‘Existence: A New Dimension in Psychiatry and Psychology’ adlı kitabının 1958’de yayımlanmasının Amerikan varoluşçuluğunun miladı olduğu ileri sürülür. Varoluşçu psikolojinin diğer öncüleri ve önemli isimlerinin Viktor Frankl, James Bugental ve Irvin Yalom olduğu ve Marx, Husserl, Merleau-Ponty, Ortega y Gasset, Dostoyevsky, Kafka, Camus, Tillich, Otto Rank, Karl Jaspers, Eugene Minkowski, Ronald Kuhn, V. E. von Gebsattel, J. H. Van Den Berg, H. J. Buytendijk ve G. Bally’nin edebi ve felsefi düşüncelerinden beslenerek geliştiği ileri sürülür. Ayrıca varoluşçu psikoterapi psikanaliz ve psikanalitik kökenli Heidegger’in ontoloji adı verilen düşünce ekolünden esinlenilerek geliştirilmiş bir tedavi tutumunu tanımlar ve bu yüzden aralarındaki ilişkiye rağmen varoluşçu felsefe ile karıştırılmaması gerekir. Yukarıda anılan, temel çalışma alanları farklı kişilerden de anlaşılabileceği gibi varoluşçuluğa çok geniş kesim katkıda bulunmuştur.

Varoluşçu psikoloji alanyazınında bu kadar fazla ismin anılması Yalom’a göre varoluşçu psikolojinin gerçekte hiçbir yere ait olmaması ve evsiz bir çocuk gibi olması düşüncesiyle örtüşmektedir. Varoluşçu psikolojinin bir anayurdu, resmi bir okulu ve kurumu olmadığı için de tek bir otoriteye dayandırılamayıp, Sigmund Freud (Klasik Psikanaliz) ya da Carl Rogers (Danışandan Hız Alan Yaklaşım) gibi bir kurucusunun olmadığı ileri sürülmektedir. Dolayısıyla varoluşçu psikoloji ne Freud’un psikanalizi ne de Rogers’ın insancı psikolojiye yaptığı gibi hiç kimse tarafından etki altında bırakılmamıştır.

Davranışçılık ve klasik psikanalize yöneltilen, insanı bir birimler topluluğu olarak gördükleri ve belirlemeci oldukları yönündeki eleştiriler varoluşçuların insanların kendilerini bir meta gibi hissettikleri bir çağda yaşamaktan dolayı mutsuz oldukları yönündeki görüşleri ile örtüşmektedir. Ruh sağlığı fenomenlerinin ve semptomlarının değiştiği bir çağda varoluşçuluğun temel felsefesi süregelen psikoterapi yaklaşımlarından oldukça farklılaşmıştır.

Varoluşçu Psikoloji ve Diğer Psikoloji Kuramları


Varoluşçu psikoterapi, nedensellik, olguculuk, gerekircilik ve maddeciliği reddetmesi bakımından diğer yaklaşımlardan ayrılır. Ayrıca varoluşçu psikoterapi yaklaşımı diğer doğa bilimlerindeki nedensellik kavramının da psikiyatriye aktarılmasına karşıdır. Çünkü, insan parçalarından daha büyüktür; parçalarına ayırarak onu incelemek temel bir varoluşçu ilkeyi reddetmek demektir. Corey’e göre de varoluşçuluk klasik psikanaliz ve radikal davranışçılığın insan doğasına ilişkin belirlemeci bakış açısını reddeder. Nitekim May “insanı ve dünyasını anlamada geleneksel nesne-özne ikiliğini aşacak bir yaklaşımın” gerekliliğini vurgularken bu yaklaşımı reddeden varoluşçuluğu işaret etmektedir.

Varoluşçu psikoloji diğer terapi türlerleriyle başka benzerlikler ve farklılıklar da göstermektedir. Göka’ya göre varoluşçu terapi psikanalizin içinde ortaya çıkan pek çok yeni fikirin kapı aralamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu benzerlikler ve farklılıklara değinmek gerekirse; Örneğin Frankl’ın geliştirdiği “Logoterapi” varoluşçu bir terapidir. Frankl, Logoterapi’nin psikanalizden farklılığını, bir hastasının, psikanalizin ‘bir hastanın yatarak söylemesi hoş olmayan şeyleri söylemesine benzediğini, Logoterapi’nin bundan ne anlamda farklılaştığını sorması üzerine şöyle açıklar: “Logoterapi’de hasta dik oturabilir, ancak duyması hoş olmayan bazı şeyleri duyması gerekebilir.”

Frankl’ın logoterapisi psikanalizin haz istemi ya da bireysel psikolojinin üstünlük isteminden farklı olarak anlam istemi üzerine kuruludur. Terapi yolu ile anlam olarak tanımlanan geleneksel psikoterapi düşüncesinin tersine Viktor Frankl’ın Logoterapi’si anlam yolu ile terapi ilkesi üzerinde yükselir. Logoterapiye göre, insan aradığı anlamı bulursa acı çekmeye, özveride bulunmaya hayatını vermeye hazırdır. Terapi yolu ile anlam yaklaşımını temel alan yaklaşımlar (örn., psikanaliz) nevrozların ortadan kalmasını sağlamaktadır ancak anlam eksikliğini önemsemedikleri için nevrozların yok olmasıyla birlikte bir boşluk oluşmaktadır.

Cooper bir varoluşçu terapist ve eğitimci olarak varoluşçu terapinin ne olduğu kendisine sorulduğu zaman görüşlerini “birey merkezli terapi ile aynıdır, yalnızca biraz daha ızdıraplıdır” şeklinde ifade eder. Cooper, bu sorunun cevap verilmesi zor bir soru olmasını varoluşçu terapi teriminin farklı terapötik uygulamalara gönderme yapması ile açıklamıştır. Buna göre; Yalom’un varoluşçu terapisi danışanın nihai kaygılarla (ölüm, özgürlük, yalıtılmışlık, anlamsızlık) yüzleşmesini teşvik ederken van Deurzen’in varoluşçu terapisi, dünyada oluşun dört boyutunun (fiziksel, sosyal, kişisel ve ruhsal) keşfedilmesi için danışanı teşvik etmektedir. Frankl’ın varoluşçu analizi bireyin diğerlerine karşı sorumluluklarına odaklamayı; Bugental’ın varoluşçu insancı yaklaşımı ise bireyin öznel deneyimlerine odaklanmasını amaçlar. Bu nedenle, bu farklı yaklaşımlar, ‘varoluşçu psikoterapiler’ şeklinde tekil olmayan bir isimle anılırlar. Varoluşçu terapiler zaman zaman varoluşçu-insancı yaklaşımlar olarak da anılırlar. Ancak Geçtan 1960’larda Amerika’da gelişen insancı psikoloji olarak adlandırılan yaklaşımların varoluşçulukla aynı olduğunun ileri sürülmesinin yüzeysel değerlendirmeler olduğunu ve bilgisizlikle ilişkili olarak bir sınıflandırma hatası olduğunu ifade etmektedir.

Adler’in bireysel psikolojisinin varoluşçu psikoterapiler ile ortak noktası ise modern psikolojinin gerekirciliğine karşı duruşlarının benzer olmasıdır. Adler’e göre yaşantılar, başarı ya da başarısızlığın kaçınılmaz bir nedeni değildir. İnsana sıkıntı yaşatan, travmatik olayların şoku değil; yaşantılara yüklenen anlam yoluyla kişilerin bir tür kişisel yazgı yaratmalarıdır. Belirli yaşantıların tek başlarına gelecekteki yaşama temel yapılması da hatalı anlamlandırma anlamına gelebilir.

Sonuç olarak varoluşçu psikoloji ortaya çıktığı dönemde psikoloji dünyasında hâkim olan psikanaliz ve davranışçılıktan temel felsefesi bakımından oldukça farklıdır. Özellikle de bu kuramların belirlemeci eğilimlerine eleştiriler getirmiştir. Ancak, varoluşçu terapiye katkı sunan Adler ve Fromm gibi kuramcıların psikanaliz kökenli olduğu bilinmektedir. Hem bu bakımdan hem de psikanalizin psikodinamiklerinin yerine varoluşsal dinamikleri ve kişiliğin bölümleri olan id-ego-superegonun yerine de varoluşun üç boyutu olan umwelt, mitwelt ve eigenwelti koyması bakımından varoluşçu terapi ve psikanaliz birbirleriyle ilişkili görünmektedir.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Yıkılmaz, M. (2016) Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve travma sonrası gelişimin yordayıcılığı. Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Eskişehir.

Toplumsal Annelik ve Anne Olma Kuramı Nedir?

 İlkay Boz ve ekibinin 2018 yılında “İnfertilitede Anne Olma: Kuramsal Bir Analiz” isimli yazdığı Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar Dergisi'nde yayınlanan makalenin verilere göre:


Toplumsal Olarak Annelik

Bütün dünya toplumlarında olduğu gibi, Türk toplumunda da evlilik, çocuk sahibi olmayı beraberinde getirmektedir. Ülkemizde evlilikten sonra çocuksuz bir aile düşünülemediği gibi, çiftlerden çoğunlukla hemen çocuk yapması beklenir. Hatta ilk çocuk doğduktan sonra çiftlere en sık yöneltilen soru, ikinci çocuğun ne zaman yapılacağıdır. Toplumsal cinsiyetçi rol kalıpları, kadının kadınlığını, annelikle özdeşleştirerek yetiştirilmesine, anne olma mertebesine ulaşmanın saygınlık kazanmak anlamına gelmesine ilişkin şemalarla büyümesine neden olmaktadır. Toplumsal olarak inşa edilen cinsel kimlik ve cinsiyet rolleri kadınların bedensel bütünlüğünü etkilemektedir. Öyle ki “anne olmak”, kadının “gerçek bir kadın” olduğunu göstermenin en önemli yollarından biri olarak görülmektedir.

Beauvoir’a göre, erkeği “özne” ve kadını “öteki” yapan tarihsel süreçte, erkek çalışan insan, kadın ise çocuk doğurmanın kölesi olmuş, annelik bedensel bir yazgı, biyolojik bir kader olarak dayatılmış, kadın ancak bu yolla kendini bütünleyeceğine inanmıştır. Kadın anne olarak doğmamakta ancak anne haline gelmektedir. Hatta çoğunlukla geleneksel/ataerkil toplumlarda, “kadın” ve “annesözcükleri eş anlamlı kullanılmaktadır. Her kadının çocuk doğurması fikri o kadar doğal görülmektedir ki, çocuğu olmayan orta yaşlarında bir kadının çocuk sahibi olmaması şaşkınlık uyandırmaktadır. Ülkemizden nitel bir çalışmada, anne olan kadının toplumda kabul gördüğü, anne olmayan kadının ise üretken toplumun dışına itildiği dile getirilmiştir.


Anne Olma Kuramı

Annelik, kadın hayatındaki önemli gelişimsel yaşam olaylarından birisidir. Anne olmak, bilinen güncel bir gerçeklikten, bilinmeyen yeni bir gerçekliğe ilerlemeyi içermektedir. Anne olmak bir geçiş, yeni bir benlik anlayışı elde etmek için amaçların, davranışların ve sorumlulukların yeniden yapılandırılmasını beraberinde getirmektedir. Kadın için yaşamsal olan bu süreçte, kaçınılmaz, uyum ve kabul gerektiren birçok biyo-psiko-sosyal değişiklik meydana gelmektedir. Anne olma sürecinde meydana gelen psikososyal gelişimin, doğrusal olan fiziksel gelişimin aksine, kadının uyarlanabilir işleyişinde artış sağlayan, sarmal hareket eden ve genişleyen bir şeması olduğunu ileri sürülmüştür.

Anne olma konusundaki temel kuramlar, Rubin’in Annelik Rolü Kazanma Kuramı ve Mercer’in Anne Olma Kuramı’nı kapsamaktadır. Rubin (1984) doğal gebelik sırasında başlayan, doğumdan bir ay sonrasına kadar devam eden annelerin rol kazanma sürecini, zihinsel bir deneyim olarak görmüştür. Rubin, gebelik süresince anne ve çocuk için güvenli bir gebeliğin sağlanması, çocuğun kabulünün sağlanması, annesinin bilinmeyen çocuğuna bağlanması ve anne kendi kendine bakım yapmaya yetecek kadar kendine güvenmesi olmak üzere dört görev tanımlamıştır.

Mercer, bu kavramları gebelik döneminden doğumdan sonraki dört aya kadar genişletmiş, ayrıca babanın rolü, annenin kendi hastalıkları ve yüksek riskli gebelik olasılığı üzerinde durmuştur. Mercer’e (2004) göre, annenin rolü gebelik ile başlar ve anne olma, farklı dönemleri kapsayan, potansiyel olarak birbirini izleyen dört aşamada gerçekleşmektedir:

  1. Karar ve hazırlık (gebelik)
  2. Tanışma, uygulama ve fiziksel iyileşme (doğumdan sonra ilk 2 hafta)
  3. Yaklaşan normalleşme (doğumdan sonra 2 hafta ila 4 ay)
  4. Annelik kimliğini elde etmek (4. ay civarında).

Kadının gelişmesi ve annelik sürecinde dönüşümü psikososyal gelişim ve geçiş kuramları ile uyumludur. Kadın, anne olma sürecinde anne kimliği elde etmesiyle kendini büyütür. Kuramda annelik kimliği, kadının kendisini içselleşmiş bir şekilde anne olarak görmesi anlamına gelmektedir. Kadının kişiliğindeki dinamik dönüşüm ve evrim anne olma sürecinin anahtarıdır. Nelson (2003), anneliğe geçiş üzerine yaptığı metasentez çalışmasında, anneliğe geçişin karar verme ile başladığını, kadının bireysel imkânlarının annelik rolü gelişimi etkilediğini belirtmiştir. Bu çalışmada kadının anne olma sürecinde sürekli bir gelişim ve dönüşüm yaşamakta olduğu belirlenmiştir.

Her kadının anneliğe geçiş deneyimi eşsizdir. Bu eşsiz deneyim, annenin yaşı, kişilik özellikleri, eğitim durumu, doğumla ilgili bilgi düzeyi, hazır oluşu, sağlık durumu, benlik kavramı, doğuma ilişkin algıları, sosyoekonomik statüsü, dini/kültürel inanç ve tutumları, ailenin fonksiyonu, eşin durumu, alınan sosyal destek, bebeğin sağlığı, mizacı ve gönderdiği sinyaller gibi değişkenlerden etkilenmektedir. Yeni normal aşamaya doğru ilerleyen kadın, geçmiş deneyimlerine ve gelecek hedeflerine göre kendisine ve ailesine uyacak şekilde annelik yapmaya başlar. Bilişsel yeniden yapılanma, bebeğin ipuçlarını ve bebeği için en iyisini öğrenirken ortaya çıkar ve yeni gerçekliğine uyum sağlar.

Maternal bağlanma, gebelikte başlayan, anneleri maternal yeterlilik edinmeye ve rolleri ile memnuniyet kazanmaya motive eden, annelik kimliğinin güçlü bir duygusal bileşenini oluşturan bir süreçtir. Bağlanma ebeveynlik rol ve kimliğinin bir parçasıdır. Kuramda kadının annelik rolüne bağlı yükümlülüklerini yerine getirirken yaşadığı zorluk ve çatışma “rol gerginliği-çatışması” olarak tanımlanmaktadır.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Boz, İ., Özçetin, E., & Teskereci, G. (2018). İnfertilitede Anne Olma: Kuramsal Bir Analiz. Psikiyatride Guncel Yaklasimlar-Current Approaches in Psychiatry10(4), 496-511.

İşsizlik Ruh Sağlığını Nasıl Etkiler?

 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Ocak 2019'a ilişkin iş gücü istatistiklerini açıkladı.

Türkiye genelinde işsiz sayısı 2019 yılı Ocak döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 259 bin kişi artarak 4 milyon 668 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 3,9 puanlık artış ile %14,7 seviyesinde gerçekleşti. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 6,8 puanlık artış ile %26,7 oldu.

İstihdam edilenlerin sayısı 2019 yılı Ocak döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 872 bin kişi azalarak 27 milyon 157 bin kişi, istihdam oranı ise 1,9 puanlık azalış ile %44,5 oldu. (TÜİK)

Bilim, memleket sorunlarına gözünü kapatarak başka bir evrenden konuşarak değil, tam da memleketin ve dünyanın sorunlarına çözüm bularak yapılmalıdır. Bizler de bu soru/sorundan yola çıkarak "İşsizlik, ruh sağlığını nasıl etkiler?" diye düşündük. Literatürde ise tahminimiz yönünde sonuçlar ile karşılaştık.


Yaşamımızı idame ettirmek için birçoğumuzun işe ihtiyacı olduğu bir gerçektir; fakat işin birey açısından anlamı para kazanmanın çok ötesindedir. İş, yaşamımızda önemli bir role sahiptir; kişiye maddi kaynak, statü, sosyal destek, düzen ve amaç kazandırmaktadır. Uygun bir işe sahip olmak birey, aile ve toplum üzerinde olumlu etkiler yaratmaktadır. Uygun ve verimli bir işin yokluğu, yoksulluğa ve sosyal eşitsizliklere yol açmakta birçok psikolojik sorunu da beraberinde getirmektedir. Stres verici ve olumsuz bir yaşam olayı olarak değerlendirilen işsizlik üzerine yapılan çalışmalarda işsizliğin yaşam kalitesi, psikolojik iyilik hali, fiziksel sağlık ve kişiler arası ilişkiler üzerinde olumsuz etkileri olduğu gösterilmiştir.


İşsizlik ve Psikolojik Etkileri

Bireyin istihdam durumundaki değişimler beden sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da etkilemektedir. İşsizliğin psikolojik etkilerini ele alan çalışmalar alan yazında oldukça geniş yer tutmaktadır. İşsizliğin depresyon, öfke, umutsuzluk duygularıyla, kaygı semptomları, psikosomatik semptomlar, intihar riski ve alkol madde kullanımıyla ilişkili olduğu tespit edilmiştir.

Feather ve Bond (1983) işi olan ve işsiz mezunların zaman kullanımını incelemek üzere düzenledikleri çalışmada, işsiz mezunların daha amaçsız ve örgütsüz olduklarını; zamanı kullanım biçimlerinin işi olanlara göre daha kötü olduğunu bulmuştur. İşsiz grubun depresyon puanları işi olanlara göre daha yüksek olarak tespit edilmiştir.

Tiggemann ve Winefield (1984) mezun gençler üzerinde işsizliğin psikolojik etkilerini belirlemeye yönelik boylamsal bir çalışma yapmıştır. Araştırmanın sonucunda işsizliğin gençler üzerinde belirgin psikolojik etkileri olduğu belirlenmiştir. İşsiz gençler uyum sağlamakta güçlük çekmekte, sıkıntı, mutsuzluk, çaresizlik gibi daha olumsuz duygu durum göstermektedir. İşsiz gençler işi olanlara göre daha fazla depresif duygu durum sergilemektedir.

Hammarstrom ve Janlert (1997) genç işsizliğine ilişkin boylamsal bir çalışmada kaygılı ve depresif semptomları incelemişlerdir. Araştırmanın örneklemini zorunlu eğitimin son yılındaki 1083 öğrenci oluşturmaktadır. Eğitimlerinin son yılında araştırmaya katılan tüm öğrencilerle 5 yıl sonra tekrar görüşülmüştür. Araştırmanın tekrar edildiği dönemde katılımcıların 493’ü en az 1 haftadır işsizken, 567’si ise bir işe sahiptir. Psikolojik sağlığı belirlemek için, kaygı ve depresif semptomları tespit etmeye yönelik ölçekler uygulanmıştır. Çalışmanın sonucunda uzun işsizlik süresinin kaygı şikâyetlerinde artışa yol açtığı tespit edilmiştir. İşsizlik süresi arttıkça kaygı semptomları da artış göstermektedir. İşsizliğe verilen kaygı tepkileri hızlı bir şekilde gelişmektedir. Depresif semptomlar göz önünde bulundurulduğunda, işsizlikle depresyon arasında bir zaman farkı olduğu tespit edilmiştir. Depresif semptom olasılığı işsizlik süresi 1 yıl veya daha fazla olduğunda artmaktadır. Araştırmanın vardığı önemli sonuçlardan biri de katılımcıların ruh sağlığındaki olumsuz değişimleri etkileyen en önemli faktörün işsizlik olarak bulunmuş olmasıdır. Stres ise, işsizlik ve kötü sağlık arasındaki önemli aracı faktörlerden bir tanesidir.

Murphy ve Athanasou (1999) işsizliğin ruh sağlığı üzerindeki etkisini ele alan meta analitik bir çalışma yapmıştır. Bireyin istihdam durumundaki değişimin, bireyin ruh sağlığını etkileyeceği iddiasına dayanan 16 boylamsal çalışma araştırma kapsamında incelenmiştir. Araştırmanın amacı iş kaybının işsiz bireyin ruh sağlığını etkilediği iddiasına bilimsel kanıt oluşturabilmektir. Araştırmanın sonucunda depresif duygu durumun işsizlikle ilişkili olduğu tespit edilmiştir. İşsizlik, işini kaybeden bireyler üzerinde olumsuz psikolojik etkiye sahiptir. İşsiz bireyler işi olanlara göre daha semptomatiktir. İş kaybı stresi tetiklemektedir. İşi olan bireyler, öğrencilere ve işsizlere göre daha az sağlık problemi belirtmektedir.

Rathmann vd. (2016) Avrupa ve Kuzey Amerika’da toplam 31 ülkede yaptıkları araştırmada ekonomik durgunluğun genç işsizliğine ve ruh sağlığına etkisini incelemiştir. Araştırma sonucunda durgunluk döneminin ruh sağlığı şikâyetleriyle olumlu ilişkisi olduğu tespit edilmiştir. Genç işsizliği oranındaki artış, özellikle sosyo-ekonomik seviyesi düşük gençlerde kaygı yaratabilmekte, stres seviyesi ve gelecek endişesinde artışla sonuçlanabilmektedir; tüm bunların muhtemel sonucu ise gençler arasında psikolojik şikâyetlerin çoğalması olmaktadır.

Thern vd. (2017) İsveç’te genç işsizliğinin ruh sağlığı üzerindeki uzun süreli etkisini inceleyen bir araştırma yapmıştır. Araştırma kapsamında 17-24 yaş grubu işsiz gençlerle ilk olarak 1983-1986 yılları arasında görüşmeler yapılmış, bu görüşmeler 1991-1994 yıllarında tekrarlanmış ve iki dönem karşılaştırılmıştır. Makale kapsamında 19 yıl aradan sonra takip araştırması yapılmıştır. Uzun süreli takip araştırmasının sonucunda genç işsizliğinin psikolojik rahatsızlık tanısı alma riskiyle ilişkili olduğu bulunmuştur. Ayrıca genç işsizliğinin alkol ve madde kullanımıyla güçlü bir ilişkisi olduğu görülmüştür.


İşsizlik Kaygısı

Dünya ekonomisinde durgunluk ve tekrarlayan ekonomik krizler işsizliği artırmaktadır. Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi gençler bu tablodan en çok etkilenen gruplardan biridir. İşsizlik gençlerin kaygı düzeyini artırmaktadır, yüksek işsizlik oranları iş piyasasına girmeye hazırlanan gençlerin de kaygı yaşamasına yol açmaktadır. İşsizliğin psikolojik etkileri incelenirken kaygı konusunun daha ayrıntılı ele alınması bu bakımdan faydalı olacaktır.

Kaygı; en genel anlamıyla tehlike veya talihsizlik korkusunun ya da beklentisinin yarattığı bunaltı veya tedirginlik; usdışı korkudur. Endişe ve kaygı farklı baş etme becerileriyle ilgilidir. Gana, Martin ve Canouet (2001) yaptıkları araştırmada sözü edilen iddiayı destekleyen veriler elde etmiştir. Bu araştırmada kaygı ve endişenin çift yönlü ilişki içinde olmadıkları, endişenin kaygı üzerinde etki yarattığı, endişenin depresyon üzerinde doğrudan bir etkisinin olmadığı fakat dolaylı olarak kaygı üzerinden depresyon ile ilişkili olduğu belirtilmektedir. Belirsizlik korkusunun kaygıdan çok endişe ve depresyon üzerinde etkili olduğu, belirsizlik korkusunun daha şiddetli endişe ve depresyona neden olduğu bulunmuştur. Endişenin kaygıyı etkilediği fakat tersi yönde bir ilişkinin olmadığı, endişe ve kaygının farklı yapılar olduğu anlaşılmıştır. Kaygı bireyin bilmediği bir kaynaktan gelen bir korku halidir ve kaygının şiddeti, algılanan tehlikeye kıyasla çok daha büyük ve yoğundur.

Birey yaklaşmakta olduğunu sandığı bir tehlikeden dolayı tedirginlik ya da endişe duymaya başladığında, aslında hissettiği kaygı duygusu olmaktadır. İş bulamama beklentisi karşısında genç birey umutsuz ve çaresiz kalacak; hatta bunalıma sürüklenecektir. Bu duygudurumundaki genç geleceğinden de ümitsiz ve tedirgin olacaktır.

İşsiz sayısı çok olan toplumlarda yaşayanların karamsar ve gelecekle ilgili kaygıları ön plana çıkmakta, bu durum yoğun öfke duygusu beraberinde her an patlamaya hazır bir kesimi ortaya çıkarmaktadır. Üniversite son sınıfa gelmiş ve kısa zamanda hayata atılarak yaşamını devam ettirecekleri bir gelir elde edecekleri işi seçecek olan gençlerde kararsızlık ve bunun doğal bir sonucu olan; umutsuzluk, tutarsızlık ve işsizlik kaygısının yüksekliği görülmektedir.

Ersel (1999) işsizliğin yaratmış olduğu en büyük sorunun, bedensel değil ruhsal; getirebileceği sefalet değil doğurduğu kin ve korku olduğunu belirtmiştir. Yüksel (2003) de işsizlerin çoğunluğunun kızgınlık duyduğu, geleceğe ilişkin umutları ile iş bulma umutlarının bulunmadığına dikkatleri çekmiştir. Belki de üniversite mezunu olup bir türlü iş bulamayan gençler için en sıkıntılı süreç aile baskısı ile başa çıkmak zorunda kalışlarıdır. Bu baskılardan bunalan gençlerin içlerindeki saldırganlık dürtülerini bir amaca yöneltme gereksinimi, kolayca yasa dışı yollara sapmalarına zemin hazırlayabilir. Ayrıca gençlerde en sık kaygıya yol açan durumlar, kontrolü kaybetme korkusu; saldırganlığı ve öfkeyi açığa vurma- ifade etme ve cinsellikle ilgili kaygılar; bağımlılık ve bağımsızlık ihtiyaçları arasındaki çatışmadan doğan kaygı; arkadaşlarından kabul görmekle ilgili kaygı, cinsel kimlik ve beden imgesi ile kaygı; bireysel rekabetlerle ilgili kaygılardır. Kaygı, birey için istenmeyen gerilim yaratan bir duygu olduğundan kaygıyı yaşayan kimse, bunu ortadan kaldırmaya çalışır. Gençler, bazen kaygılarını giderebilmek için alkol ve madde kullanımı gibi hoş olmayan yöntemler seçebilirler. Gençteki kaygı, eğer uygun şekilde tedavi edilmezse süreğenleşebilir. Eğer kaygı çok aşırıysa ortaya panik ve dehşet çıkar.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Kıcır, B. (2017). Eğitimli Genç İşsizliği Üzerinden İşsizlik Kaygısına Bir Bakış. Çalışma ve Toplum, 54(3).

Çocukluk Çağı Travmaları Nelerdir?

 Mehmet Sinan Aydın’ın 2018 yılında “Majör Depresif Bozuklukta İntihar Davranışı ile Çocukluk Çağı Travmaları Arasındaki İlişki” isimli yazdığı tıpta uzmanlık tezinden alınan verilere göre:


Çocuğun istismarı ve ihmali, çocuğun bakıcısı ya da yabancılar tarafından çocuğa uygulanan ve çocuğun ruhsal, fiziksel ve sosyal gelişimini sekteye uğratacak durumları kapsayan genel bir tabirdir. Duygusal ihmal/istismar, fiziksel ihmal/istismar ve cinsel istismar çocukluk çağı travmalarının alt tipleridir.

İhmal ebeveyn ya da başka bir bakıcının çocuğun ruhsal ya da bedensel gelişiminde olumsuz sonuçlar doğurmaya sebebiyet verecek şekilde ilgisizliği olarak tanımlanır.

Çocuk istismarı, ebeveynler veya bakım veren bir erişkin tarafından çocuğa yöneltilen ve çocuğun gelişiminde soruna sebep olan eylemlere verilen isimdir.

Benlik bu eylemlere üç biçimde tepki verir:

1) Travma sağlıklı bir biçimde işlenir: benlik bu eylemlerin yıkıcı öğelerini düzene koyarak baş eder. Bu, sağlıklı bir yaklaşımdır.

2) Disosiasyon gelişir: Benlik zarar verici eylemin tehlikeli öğelerini olayın kendisinden uzaklaştırır. Bu tepkide disosiyatif bozukluklar gelişir.

3) Travmatik öğeler içe atılır: Benlik travmatik yaşantıyı işlemek yerine ruhsal yapının bir bölümünde ona yer ayırır. Nevrozların çoğunun ve sınırda kişilik örgütlenmesinin temelinde bu tepki biçimi vardır.

Son iki tepki biçiminde sonuç olarak sürekli kanayıp duran ve iyileşmeyen bir yara gibi travmatik anı özellikle zayıf anlarda kontrolü eline alır ve ruhsal yapının enerjisini tüketir.

Çocukluk dönemindeki travmatik yaşantılar erişkin yaşamdaki travmatik yaşantılardan kendilik ve nesne algılarını da etkilediği için etki anlamında ayrışır.


Sınıflama

Çocuk istismarı ve ihmali, DSM-5’te “Klinik ilgi odağı olabilecek diğer durumlar” başlığı altında sınıflandırılmıştır. Bu sınıflamada

  1. Çocuğun fiziksel istismarı
  2. Çocuğun cinsel istismarı
  3. Çocuğun duygusal istismarı
  4. Çocuğun ihmali şeklinde dört alt tip tanımlanmıştır.

  • Çocuğun fiziksel istismarı

Ebeveyn, bakıcı ya da çocuğun sorumluluğunu taşıyan başka biri tarafından isteyerek çocukta bedensel bir yaralanmaya yol açmaktır. Burada incitme niyetinin olup olmamasından bağımsız olarak istismar kavramından bahsedilir. Çocuğu dizginlemeye yönelik davranışlar kabul edilebilir düzeyde ve bedensel yaralanmaya yol açmaz ise istismar davranışı olarak değerlendirilemez.

  • Çocuğun cinsel istismarı

Ebeveyn, bakıcı ya da çocuğun sorumluluğunu taşıyan başka birinin, cinsel doyum sağlamak için çocuğu herhangi bir cinsel eyleme katmasını kapsar. Cinsel istismar tanımına, dokunmadan yapılan eylemler de girer.

  • Çocuğun duygusal istismarı

Ebeveyn, bakıcı ya da çocuğun sorumluluğunu taşıyan başka birinin, çocukta belirgin bir ruhsal kötülük oluşturmayla sonuçlanan, sözel veya simgesel eylemlerdir. (Bedensel ve cinsel sömürü eylemleri bu kategori kapsamında değildir.) Örneğin, çocuğu aşağılamak, korkutmak, küçük düşürmek, terk etme ile tehdit, kendine acı vermesine zorlamak, aşırı bir disiplin uygulamak gibi. Bununla beraber anne, baba ya da çevredeki diğer yetişkinlerin çocuğun yetenekleri ne dair aşırı istek ve beklentileri ve bağımlı kılma ve aşırı koruma davranışları da bu tanıma girer.

  • Çocuğun ihmali

Ebeveyn, bakıcı ya da çocuğun sorumluluğunu taşıyan başka birinin çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak ve dolayısıyla çocuğa fiziksel ya da duygusal bir kötülüğün dokunmasına sebep olabilecek ilgisizlik olarak tanımlanır.

İhmal ve istismarın farklılaştığı en önemli nokta, ihmalin pasif istismarın ise aktif bir davranış şekli olmasıdır.


Epidemiyoloji ve risk faktörleri

Çocukluk çağı travmalarının yaygınlığına dair global bir veri yoktur. Bu durum istismarın tanımının kültürel öğelere bağlı değişiklik göstermesinden ve damgalamadan kaynaklanmaktadır.Ülkemizde de, bu sebeplerle, istismar olgularının sıklığı ve dağılımına dair kesin bir veri yoktur. Ankara ve Adana’da toplum örnekleminde fiziksel istismar araştırılmış ve Ankara için %46,44, Adana için %61,5 oranında fiziksel istismar saptanmıştır.

Birçok istismar, çocukluk ve ergenlik döneminde başlar ve zamanla devam eder. Olguların yarıdan fazlasında saldırgan, çocuğun önceden tanıdığı-güvendiği kimsedir.

Aşırı kalabalık ailelerde yaşıyor olmak, zekâ geriliği, prematürite, DEHB, anne ve babada psikiyatrik hastalık ve madde kullanımı öyküleri ve anne ve babanın çocukluk çağı travması öyküsünün olması çocukluk çağı travmaları için risk faktörüdür.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  • Aydın, M. S. (2018) Majör Depresif Bozuklukta İntihar Davranışı ile Çocukluk Çağı Travmaları Arasındaki İlişki. Tıpta Uzmanlık Tezi. Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Gülhane Tıp Fakültesi. Ankara.

Erken Dönem Uyumsuz Şemalar Nelerdir?

 Çağlar Soykan’ın 2018 yılında “Majör Depresif Bozukluklu Bireylerde İntihar Davranışı, Erken Uyumsuz Şemalar ve Sosyal Bilişsel İşlevler İlişkisinin Belirlenmesi” isimli yazdığı yüksek lisans tezinden alınan verilere göre:


Şema alanı olarak adlandırılan beş temel kategori ve bunların altında yer alan 18 Erken Dönem Uyumsuz Şema bulunmaktadır.

Şema Alanlarıİlişkili Şema Boyutları
Ayrılma ve Reddedilme

Terk edilme/İstikrarsızlık

Güvensizlik/Suistimal Edilme

Duygusal Yoksunluk

Kusurluluk/Utanç

Sosyal İzolasyon/Yabancılaşma

Zedelenmiş Özerklik ve Performans

Bağımlılık/Yetersizlik

Hastalıklar ve Zarar Görme Karşısında Dayanıksızlık

Yapışıklık/Gelişmemiş Benlik

Başarısızlık

Zedelenmiş Sınırlar

Hak Görme/Büyüklenmecilik

Yetersiz Özdenetim/Özdisiplin

Başkalarına Yönelimlilik

Boyun Eğicilik

Kendini Feda Etme

Onay Arayıcılık

Aşırı Tetikte Olma ve Baskılama

Olumsuzluk/Karamsarlık

Duygusal Baskılama/Ketleme

Yüksek Standartlar/Aşırı Eleştiricilik

Cezalandırıcılık/Acımasızlık


Şema Alanı 1: Ayrılma ve Reddedilme

Bu alandaki şemaya sahip bireyler, diğerleriyle tatmin edici ve güvenli bağlanma kuramamaktadırlar ve devamlı, güvenli, sevgi, bakım görme ve ait olma ihtiyaçlarının ilişkilerinde giderilemeyeceğine inanmaktadırlar. Bu şema alanına sahip bireylerin aile ortamı istismarcı, soğuk, reddedici veya dış dünyadan soyutlanmıştır.

Bu şema alanındaki kişiler çoğunlukla çocukluk döneminde travmatik yaşantılara sahiptirler ve erişkinlik döneminde ya ikili ilişkilerden kaçınma ya da kendilerine zarar verici ilişkiler içerisinde bulunma eğilimi göstermektedirler.

Ayrılma ve Reddedilme şema alanında beş şema boyutu yer almaktadır:

Terk Edilme/İstikrarsızlık: Bu şema boyutuna sahip bireyler, yakın ilişki içerisinde oldukları kişilerin, kendilerini bir şekilde terk edecekleri, ölecekleri ya da daha iyi herhangi biri için kendilerini bırakacakları beklentisine sahiptirler. Bu kişiler ya yakın ilişki kurmaktan kaçınma ya da var olan ilişkilerine dair yakın oldukları kişiyi kaybetme ya da bu kişi tarafından terk edilmeyle alakalı yoğun kaygı hissedebilirler.

Güvensizlik/Suistimal Edilme: Bu şema boyutuna sahip kişiler, başkalarının kendisine zarar vereceği, aldatacağı, yalan söyleyeceği veya kendisini istismar edeceği beklentisi içerisindedirler. Genellikle diğer insanların kasıtlı şekilde zarar verdiklerine dair algıya sahiptirler.

Duygusal Yoksunluk: Bu şema boyutuna sahip kişiler, sahip oldukları duygusal bağ kurma isteğinin diğerleri tarafından yeterince tatmin edilmeyeceği düşüncesi içerisindedirler. Sahip olunan duygusal yoksunluklar üç ana biçimde temellendirilmiştir; ilgi yoksunluğu, empati yoksunluğu ve korunma yoksunluğudur.

Kusurluluk/Utanç: Bu şema boyutuna sahip bireylerde kendilerinin kusurlu, değersiz ya da aşağılık olduğuna dair düşünceleri bulunmaktadır. Bu kişiler kendilerini başkalarının yanında güvensiz hissedebilirler ve rahat olamazlar.

Sosyal İzolasyon/Yabancılaşma: Bu şemaya sahip kişiler, herhangi bir topluluğa ait olmadıklarını hissederler ve kendi aile ortamları dışında yer alan sosyal çevreye uygun olmadıkları düşüncesine sahiptirler.

Şema Alanı 2: Zedelenmiş Özerklik ve Performans

Özerklik, bireyin yaşıtlarıyla karşılaştırıldığında yaşına uygun derecede bağımsız hareket edebilme ve aileden ayrılabilme becerisidir. Bu şema alanındaki bireylerin aile yapılarına bakıldığında, kişilerin aileleri ya kişi için gereğinden fazla korumacıdır ya da kişiye hemen hemen hiç ilgi göstermemişlerdir. Maruz kalınan durum birbirinden oldukça uç noktalar olsa da ikisi de kişinin özerklik alanında problem yaşamasına sebep olmaktadır. Bu şema alanındaki kişilerin aileleri, bireyleri dış dünyada (evin dışında) yetkin davranabilecekleri konusunda teşvik etmede yetersiz kalmışlardır. Bunun sonucu olarak kişiler, kimlik gelişiminde, bireysel hedef belirlemede ve bu amaçlar için gerekli becerilerde zorluklar yaşamaktadırlar.

Zedelenmiş Özerklik ve Performans şema alanında dört şema boyutu yer almaktadır:

Bağımlılık/Yetersizlik: Bu şema boyutuna sahip kişiler, günlük yaşantılarında karar verirken başkalarından yardım alma ihtiyacı hissetmektedirler. Çevrelerinde kendileri yerine sorumluluğu birinin almasına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu şema boyutu genellikle yaygın pasif olma durumu ve savunmasızlık olarak görülmektedir.

Hastalıklar ve Zarar Görme Karşısında Dayanıksızlık: Bu şema boyutuna sahip kişiler, kendilerinin engellemeye gücü yetmeyeceği, ani patlak verecek ve baş edemeyecekleri bir felaketin ortaya çıkabilme ihtimaline karşı verilmiş abartılı korkuya sahiptirler. Bu korkular tıbbi ve duygusal felaket türlerine odaklanırlar.

Yapışıklık/Gelişmemiş Benlik: Bu şema boyutuna sahip bireyler, kendilerinin tüm sosyal ve bireysel gelişimini engellese bile önem verdikleri bir kişiye aşırı bağımlılık ve ilgi göstermektedirler. Bu kişilerde açık şekilde bir kimlik algısı eksikliği bulunmaktadır.

Başarısızlık: Bu şema boyutuna sahip kişiler, okul ya da iş alanı gibi ortamlarda başarısız olacaklarına ve yaşıtları ile karşılaştırıldığında yetersiz olduğuna dair düşüncelere sahiptirler. Bu şema boyutu genellikle yeteneksiz, akılsız ve beceriksiz olma gibi inançları içermektedir.

Şema Alanı 3: Zedelenmiş Sınırlar

Bu alandaki şemalara sahip bireyler yeterli özdenetim geliştirememişlerdir ve başkalarının haklarına saygı duyma, sorumlulukları yerine getirme ve ileriye dönük hedefleri yerine getirmede zorluk yaşamaktadırlar. Bu kişilerin aile yapılarına bakıldığında genellikle aile içerisinde aşırı hoşgörü ve müsamahanın fazla olduğu görülmektedir. Bu bireyler çoğunlukla bencil ve sorumsuz davranışlar ve narsistik özellikler gösterebilirler. Çocukluk dönemlerinde başkalarının uyduğu kurallara uyma ya da özdenetim geliştirme gereği duymadıklarından, erişkinlik dönemlerinde de dürtülerini bastırma ve gelecek için faydalı olacak durumlar adına şu anki memnuniyetlerden vazgeçme becerisinden yoksunluk gösterirler.

Zedelenmiş Sınırlar şema alanında iki şema boyutu yer almaktadır:

Hak Görme/Büyüklenmecilik: Bu şema boyutuna sahip bireyler, kendilerini başka insanlardan daha üstün görmekte ve diğerlerine göre özel hak ve ayrıcalıklarının olduğu düşüncesine sahiptirler. Başkalarının sınırları olduğunu hissetmez ve her istediklerini yapabilecekleri düşüncesindedirler. Bu kişiler, sosyal çevrelerinde oldukça baskındır ve empati yetisinden yoksundurlar.

Yetersiz Öz-Denetim/Öz-Disiplin: Bu şema boyutuna sahip kişiler, bireysel hedeflerine ulaşmak için yeterli düzeyde öz-denetime sahip değildir ve engellenmeye karşı tolerans göstermede problem yaşamaktadırlar. Bu kişiler duygularını ifade etmede ve dürtülerini kontrol etmede güçlük yaşamaktadırlar.

Şema Alanı 4: Başkalarına Yönelimlilik

Bu şema alanındaki kişiler, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından daha fazla önemserler. Bu davranışlarının sebebi, onay arayıcılık, duygusal bağlanmayı sürdürme ya da tepki görmekten kaçınma olabilir. Bu kişiler ilişkilerinde kendi ihtiyaçları yerine diğer kişinin tepkilerine odaklandığı için genellikle öfke duygusuna sahiptirler ve istekleri hakkında farkındalık yoksunluğu yaşamaktadırlar. Bu şema alanında bulunan kişilerin aile yapılarına bakıldığında, genellikle koşullu kabullenici aile tarzı görülmektedir. Çocuklar sevgiyi elde edebilmek için bazı tercih ve davranışlarını sınırlamak zorunda kalırlar. Bu nedenle erişkin dönemde de kişiler kendilerini içsel bir şekilde yönetmek yerine başkalarının tercih ve arzularına uyarak dışsal olarak yönlendirilirler.

Başkalarına Yönelimlilik şema alanında üç şema boyutu yer almaktadır:

Boyun Eğicilik: Bu şema boyutuna sahip kişiler, bir durumla karşılaştıklarında zorlanacaklarını düşündüklerinden sorumluluğu başkasına teslim etme davranışında bulunurlar. Böylelikle kişi tepki görmekten, terk edilmekten ve öfke ile karşılaşmaktan kaçınmış olur. Bu şema boyutuna sahip kişiler, kendi ihtiyaç ve duygularını önemli olarak görmezler. Bu kişilerde psikosomatik yakınmalar, pasif agresif davranışlar, geri çekilmiş sevgi hissi ve öfke patlamaları görülebilir.

Kendini Feda Etme: Bu şema boyutuna sahip kişiler, kendi ihtiyaçlarından vazgeçerek başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için çaba gösterirler. Öz saygı kazanmak, başkalarının acı çekmesini önlemek ya da başkalarıyla ilişkisini devam ettirmek amacıyla bu davranışı gösterebilirler. Bu şema boyutu genellikle kişinin diğerlerinin problemlerine karşı kısa süreli bir hassasiyet göstermesinden kaynaklıdır.

Onay Arayıcılık: Bu şema boyutuna sahip bireyler diğer insanlardan onay almayı güvenli ve gerçek kendilik duygusu oluşturmaktan daha değerli olarak görürler. Bu nedenle kendi öz saygılarını başkalarının onlara karşı tepkilerini baz alarak değerlendirirler. Bu kişiler onaylanmak için sosyal statü, dış görünüş ve para gibi tanınma araçları ile oldukça meşgul olurlar.

Şema Alanı 5: Aşırı Tetikte Olma ve Baskılama

Bu şema alanındaki kişiler hissettikleri ani gelişen duygu ve dürtülerini baskı altında tutarlar. Çoğunlukla, mutlu olma, yakın ilişkiler kurma veya sağlıklı olmak uğruna içselleştirdikleri oldukça katı kurallara uymaya özen gösterirler. Bu kişilerin aile yapılarına bakıldığında, tipik olarak, sert, baskıcı ve aşırı kuralcı aile yapısı görülmektedir. Bu kişilere çocukluk dönemlerinde hayata karşı soğukkanlı olmak ve günlük olaylara bile tetikte olarak yaşamak öğretilmiştir. Bu nedenle bu kişiler eğer tetikte olmazlarsa hayatta başarısız olup yaşamlarının darmadağın olacağı düşüncesine sahiptirler ve bu onları korku, kaygı ve karamsarlık duygularının içine sürükler.

Aşırı Tetikte Olma ve Baskılama şema alanında dört şema boyutu yer almaktadır:

Olumsuzluk/Karamsarlık: Bu şema boyutuna sahip kişiler hayatın olumlu yönlerini küçük görüp, olumsuz yönlerine aşırı dikkat gösterirler. Bu kişiler potansiyel olumsuz sonuçları abarttıkları için, yapacakları herhangi bir davranışın sonucunda mali bir yıkım ya da küçük düşme gibi olumsuzlukların ortaya çıkacağı düşüncesine sahiptirler. Bu nedenle genellikle kaygılı, durumdan şikâyetçi ve kararsız olarak nitelendirilebilirler.

Duygusal Baskılama/Ketleme: Bu şema boyutuna sahip kişiler, başkaları tarafından eleştirilmemek ve dürtülerinin kontrolünü kaybetmemek için spontan duyguları ve iletişimleri engellerler. Yaygın olarak öfkeyi ve olumlu dürtüleri bastırır, incinebilirliği ifade etmede güçlük yaşar ve duyguları önemsiz göstererek rasyonelliğe aşırı önem verirler. Bu kişiler genellikle soğuk ya da donuk olarak nitelendirilebilirler.

Yüksek Standartlar/Aşırı Eleştiricilik: Bu şema boyutuna sahip bireyler diğerleri tarafından kınanmamak ve utançtan kaçınmak için yüksek performans göstermek gerektiğini düşünürler. Kişinin öz saygı algısında, memnun olma düzeyinde ve ilişkilerinde önemli bozulmalar görülebilir.

Cezalandırıcılık/Acımasızlık: Bu şema boyutuna sahip kişiler eğer hata yaparlarsa sertçe cezalandırılmaları gerektiğini düşünürler. Eğer kendisi ya da diğerleri kişinin standartlarını karşılamıyorsa, bu kişiler öfke eğilimi gösterirler ve yapılan hatalara karşı hoşgörü gösterme davranışında bulunmazlar.


Kaynakça ve İleri Okumalar:

  1. Soykan, Ç. (2018). Majör Depresif Bozukluklu Bireylerde İntihar Davranışı, Erken Uyumsuz Şemalar ve Sosyal Bilişsel İşlevler İlişkisinin Belirlenmesi. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi. Ankara.

Anlamsızlık Krizi ile Baş Edilebilir Mi?

  Murat Yıkılmaz 'ın  2016 yılında “ Üniversite öğrencilerinde varoluşsal kaygı: Erken dönem uyum bozucu şemalar, kontrol odağı ve trav...